Mırıldanan Kemikler
Miren O’Malley büyülü ve karanlık sırlarla dolu bir ailede doğmuştu. Soyu, denizle yaptıkları eski bir anlaşmaya dayanan efsanelerle örülmüştü; her nesil, denize bir çocuk vermeliydi ki deniz onlara zenginlik sunsun. Ancak O’Malley ailesi yıllar içinde gücünü kaybetmiş, servetleri tükenmiş, yaptıkları anlaşma ise unutulmuş gibiydi. Ta ki ailenin mirası Miren’in omuzlarına yüklenene kadar. Fakat o kaderine boyun eğmeyecekti.
Aile malikânesinden ve sırlarla dolu geçmişinden kaçmaya karar veren Miren, hem kan bağlarının hem de denizle yapılan antlaşmanın peşini bırakmadığını fark etse de özgürlüğe giden yolu ararken, hem deniz yaratıklarıyla hem de kendi içindeki karanlıkla yüzleşmek zorunda kalacaktı.
Mırıldanan Kemikler, aile sırları, doğaüstü güçler ve karanlık deniz efsaneleriyle dolu bir dünyada geçen sürükleyici bir gotik masal.
“Muhteşem bir gotik macera… Cesur kahramanları, güzel dili ve özenle yaratılmış dünyaları sevenler bu kitabı kaçırmak istemeyecek.”
— Publishers Weekly
“Muhteşem bir şekilde yazılmış, müthiş bir okuma… Slatter’ın dili, siyah ipek üzerine işlenmiş parlak siyah boncuklar kadar ışıltılı. Okuyucular her kelimenin tadını çıkaracak.” — Locus Magazine
“Tıpkı J.R.R. Tolkien gibi, Slatter da kendi icat ettiği mitolojisini alıp, hem tanıdık hem de derinlemesine tuhaf bir dünya inşa etmiş. Görkemli ve ürkütücü, tüyler ürpertici ve zarif, acımasız ve şık… Kimse bu kitabın sonuna kadar sayfaları çevirmeden durabilecek mi, görelim.” — Ellen Kushner
Çevirmen: Peren Gülmez
Ayışığı’nın Kayıpları – Aynadan Geçen Kız Serisi 2. Kitap
Uzun zaman önce, “Kopuş” adı verilen bir felaketin ardından, dünya birçok göksel adaya bölünmüştü. Kemer olarak bilinen bu adaların her biri farklı şekillerde gelişmişti; her birinin zamanla kendine özgü bir ilişkisi var gibi görünmekteydi, öyle ki günümüzde birbirinden çok farklı dünyalar bir arada ama ayrı ayrı var olabiliyordu. Ve Kemerlerin her birinde, her şeye gücü yeten bir atanın ruhu yaşıyordu.
Ophélie sarayın o görkemli yüzeyinin altında entrikalar ve siyasi gerilimlerin hüküm sürdüğü sosyeteye adımını atmıştı. Ailesinin Kutup’a gelişi ve Faruk’un talepleri arasında, gizemli nişanlısı Thorn’a güvenmekten başka seçeneği kalmamıştı. Soylular birer birer ortadan kaybolmaya başladığında, Anima’nın okuyucusu olan Ophélie, yeteneklerini kullanarak bu gizemi çözmek
zorunda kalacaktı. Ancak bu görev onu beklediğinden çok daha farklı bir yere götürecek ve karşılaştığı gerçek, hazırlıklı olduğundan çok daha ürkütücü çıkacaktı.
“Oldukça zarif bir üslup, aynı zamanda ince bir mizah anlayışına da yer bırakıyor.”
– LE FIGARO LITTÉRAIRE
Çevirmen: S. İpek Ortaer Montanari
Beklediğim Odalarda
Ödüllü oyuncu ve yazar Nilüfer Açıkalın’dan edebiyatının yirmi beşinci yılında yeni bir öykü kitabı: Beklediğim Odalarda.
Kırıkları yamayan, sabrı göğüsleyen, kendiyle bir barışık bir küskün, hep ayakta – her an tetikte… Açıkalın; kalemindeki esrikliği, kısa sürede adını ele veren tanıdıklığını ve çeşitlemeli mücadelelerini ustalıkla sunuyor yeni öykülerinde. “Düşme”nin de güzel olabileceğine, başka bir anne-babalığa, merhamete, ağlamaya ve beklemenin tahammül kıran duraklarına uğruyor; odalarda, pazarda, “biri”nin evinde – kendiliğinden ve kendine rağmen.
“Taşı toprağı tozu yaprağı otu börtüyü böceği halıyı iskemleyi insanı çocuğu hayvanı her birini sevdim elimden geldiğince.
Ve inandım en önemlisi de bu. Hem de her şeye. Mesela en basitinden tüm yalanlara inandım. Vaktiyle çok perişandım ama kötü mü oldu derseniz hayır iyi ki inanmışım. İnanmadan yaşamaktansa kanarak yaşamışım.
Yenik başlamak ya da baştan kaybetmiş olmak umurumda değil. Başlı başına bir başkaldırı bu ve büyük bir başlangıç. Mutsuzluklarımla alay ederek, -kendimi çok hafife aldığımdan- uçarak çıktım cehennemden ve yitirdim dengemi.
Peki bulabilecek miyim dengemi?
Hiç sanmıyorum.
Peki bulmak istiyor muyum dengemi?
Hiç sanmıyorum.”
Cumhuriyet’in Hikâyesi
Bu hikâyeler Cumhuriyet’in, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hikâyesidir.
1934 yılında, o güne kadar çekilen Türk filmlerinin senaryolarını yetersiz bulan dönemin önde gelen gazetelerinden biri ve ülkenin tek film yapım şirketi bir senaryo yarışması düzenler. Yarışmaya katılacaklara, kaleme alacakları eserlerin “milli hayatımızdan alınmış olması ve büyük inkılabımızdan ilham alması” şartını koyarlar. Kısa sürede üç yüzü aşkın film hikâyesi, gazete idarehanesine gönderilir. Bir önjüri içlerinden otuz tanesini seçer ve bu hikâyeler gazetede yayımlanır.
Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlandıktan kısa bir süre sonra Türkün, Birinci Dünya Savaşı’ndan o güne kadar yazdığı, neredeyse yirmi yıllık bir destanın parçalarıdır bu hikâyeler.
Bugünden bakıldığındaysa Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu anlatması, neredeyse yirmi yıla yayılan askeri ve beşeri savaşların fertler üzerinde yarattığı etkiyi ortaya koymasıyla mükemmel bir hatırlatmadır her biri.
Bu hikâyeler, Cumhuriyet’i kuran neslin psikolojik ve sosyolojik röntgenidir.
Birazdan siz de okuyup göreceksiniz; o günlere gidiveriyor, otuzların Türkiye’sinde buluyor kendini okudukça insan. Bu öyküleri yazanların neler hissettiğini, neyi, neden yazdığını idrak etmeye çalışıyor. Edebiyatın böyle bir büyüsü var – ne mutlu ki. Gününü satırlara döküyor, gerçeği, kendi gerçeğini ilelebet muhafaza ediyor.
Ara Nağme
Sokakta yanından geçip gidilenlerin, bazen durup başı okşananların; neşenin, hüznün, hem bilindik hem de sürprizli karşılaşmaların etrafında dolanan bir öykü kitabı: Ara Nağme.
Fuat Sevimay kitaplığında önemli bir yer tutan ve 2014 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülen Ara Nağme, samimi bir buluşmaya davet ediyor okuru. Sokakla, gündelik olanla, hem şahsi hem de toplumsal nitelik taşıyan meselelerle temelden ilişkilenerek “gerçek”le organik bir bağ kuruyor. İçten, hepimizden, “biz”den bir dille…
“Neden sonra, çay bahçesinin soğuk beton zemininde kıpırtısız yatarken, sarsarak bana bir şeyler anlatmaya çalışan yirmi beş yaşlarındaki ağabeyin, ‘Sen ne taraftansın?’ dediğini duydum. Ne taraftan? Ne taraftan olduğumu bilmiyordum. Sakallarım henüz çıkmamıştı. Çıksa da ne fark eder. Bıyıklarım terlemişti ama bıyık bırakıp uçlarını sarkıtabilmem için en az üç-dört yıla ihtiyacım vardı. O üç-dört yılı yaşasaydım, bıyıklarımı sarkıtır mıydım, zannetmiyorum. Yeşil bir parkam yoktu, yeşili sevmezdim. Saçlarım uzun değildi. Uzun saç sevmezdim. Hangi taraftan olduğumu bilmiyordum. Neden bir tarafta olmam gerektiğine aklım ermiyordu. ‘Ben Emel’i bekliyorum,’ dedim.”