Ara Dünya

Joey Harker fazlasıyla sıradan biriydi…

Joey Harker kendi evinde bile kaybolurdu. Ancak bir gün öyle bir kaybolacaktı ki kendisini paralel bir evrende bulacaktı.

Joey bir Yürüyüşçü’ydü. Alternatif evrenler arasında Yürüyebilirdi. Joey, evrende bu özelliğe sahip tek kişiydi. Elbette kendi evreninde. Her alternatif evrende bir Joey vardı ve Joey’ler, evrenin dengesini korumak adına Ara Dünya ismini verdikleri bir organizasyona mensuplardı.

Ne zaman bir Yürüyüşçü ortaya çıksa, büyüyü kullanarak evrenleri boyunduruğu altına almak isteyen HEX ile aynı emeli bilime başvurarak yerine getirmeye çalışan İkili, bu Yürüyüşçüleri ele geçirmeye çalışırdı. Joey de ilk kez Yürüdüğünde, tam da bu iki organizasyon arasındaki bir çatışmanın ortasında bulacaktı kendini.

Ve Joey’yi kurtarabilecek tek kişi yine Joey’ydi. Daha doğrusu, Joey’lerden oluşan bir ordu. Her biri farklı boyutlardan gelen Joey’ler, hem büyünün hem de bilimin işgalci ordularına karşı koyan, evrenlerin dengesini korumayı amaçlayan Ara Dünya’nın mensubuydular. Ve Joey’nin de onlara katılmasını istiyorlardı.

Joey her şeyi unutup normal hayatına geri mi dönecekti?

Yoksa savaşa dahil mi olacaktı?

Çevirmen: Emine Ayhan

Anneler

“Brit Bennett sahte değil. Anneler görkemli bir roman – dokunaklı, düşünceli. Sersemletici. Elimden bırakamadım. Bu yeni sesin dünyada duyulmasına öyle heyecanlanıyorum ki.” – Jacqueline Woodson

“Muhteşem… Sayfaları hayatla dolup taşan bir kitap.” – The Washington Post

Ulusal Kitap Vakfı tarafından, 35 Yaş Altı 5 Yazar arasında gösterilen, makaleleri The New Yorker, Paris Review gibi mecralarda yayımlanan Brit Bennett’ın ilk romanı Anneler, bir sırla başlıyor. Güney California’da, siyah topluluğun tam ortasında yaşayan, kiliseye yardım eden, her şeyi izleyen, dinleyen, gören anneler anlatıyor her şeyi.

Nadia, isyankâr, annesinin yasını tutan, on yedi yaşında, güzeller güzeli bir kız. Luke Sheppard ise sakatlığı nedeniyle bir restoranda garsonluk yapmaya başlamış eski bir sporcu ve babası bir peder. Bu çiftin ergen aşkı, pozitif bir hamilelik testiyle sonuçlanıyor ve rahimde beliren embriyonun etkileri, ikisinin de gençliklerinin ötesine kadar uzanıyor. Nadia sırrını, herkesten, en yakın arkadaşı ve dindar bir kız olan Aubrey’den bile saklarken geçip gidiyor yıllar. Ve yetişkinliğin kaçınılmaz soruları, bir aşk üçgeniyle birbirine bağlanan bu üç karakterin aklını kurcalayıp duruyor, seçilmeyen yolun ihtimalleri peşlerini bırakmıyor.

Önümüzdeki yıllarda adından çokça söz ettireceği belli olan Brit Bennett, Anneler’de, sadece annelikle tanımlanamayacak kadınları, gençliğin hararetini ve yetişkinliğin sallantılarını, okurken birilerinin en mahrem anlarına tanıklık ediyormuşsunuz gibi hissedeceğiniz bir dille anlatıyor.

“Ah be kızım, biraz da olsa aşkı tattık biz de. Ağzında açlığını bir süre bastırmaya yetecek kadar tatlılık bırakan, boş bir kavanozun dibindeki
o azıcık balı.”

Çevirmen: Arzu Altınanıt

Northanger Manastırı

“Austen’ın, Northanger Manastırı eseri, yaşadığı dönemin ‘yapmacık’ romanları diye gördüğü şeye karşı muzip bir cevabıydı: Mükemmel erkek, kadın kahramanlar ve düşmanlar yerine hatalı, olay örgüsünün isteklerine göre değil, doğal hareket eden üç boyutlu karakterler yazmıştı.” – Jo Baker

Jane Austen’ın yirmili yaşlarında yazdığı ama ölümünden sonra, 1818’de İkna ile beraber yayımlanan ilk romanı Northanger Manastırı’nda gösterişsiz, güzel bir kız olan Catherine Morland, genç, yakışıklı vaiz Henry Tilney’ye âşık olur. Henry’nin babası, Catherine’i varlıklı biri sandığı için kızı Northanger Manastırı’na çağırır. Birçok Gotik roman okumuş olan, hayal gücü geniş Catherine, manastıra geldiğinde burayı kâbuslardan çıkma bir yer gibi görür, yanlış anlaşılmalar biriktikçe her şey içinden daha da çıkılmaz bir hal alır.

Saatlerin seri üretimiyle beraber kullanımının da arttığı, bu nedenle de zaman algısının değiştiği, dakikliğin daha da önem kazandığı bir dönemi yansıtması ve on dokuzuncu yüzyıl İngiliz orta sınıfının iyi bir tasvirini yapmasıyla da dikkat çeken Northanger Manastırı, Jane Austen’dan ahlaka, insan doğasına dair hem renkli bir komedi hem de iğneleyici bir eleştiri.

Çevirmen: Nagihan Çakır

Ottomania

Zehirli sular, yıkık binalar ve kirli havayla puslanmış bir gelecekte hayatta kalmak için vahşi bir mücadele başlar. Kırılganlığın bedelinin ölüm olduğu bu tehlikeli dünyada, organları için depolanmış çocukların müşterek bir hayali vardır, özgürce yaşamak. Ottomania, dünyanın en kötü zamanında doğmuş, ölüme ve acıya terk edilmiş çocukların umutla başladıkları bir başkaldırı hikâyesi.

Anadolu kültürü ve fütüristik teknolojinin harmanlandığı Ottomania, bir bilimkurgu alt türü olan Ottopunk’ın ilk örneği. Ağır makineli silahlar kuşanmış fesli adamların, şalvarlı robotların, şehirlere ceset yağdıran zeplinlerin, insan eti bağımlısı Wendigolar’ın, peçeli katil tarikatı Kuddurlar’ın ve kendinden olmayan herkese karşı tehlike arz eden onlarca grubun arasında hayatta kalmak için cesaret ve güç yeterli olmayacaktır.

“Kararmış, dev bir hayvan fosiline benzeyen paslı merdiven basamaklarından yukarı çıkıldıkça, geçmişte Asya ve Avrupa kıtasını birbirine bağlayan Boğaziçi Köprüsü’nün iskeleti görünüyordu. Amir, bir zamanlar dünyada güzel bir hayatın var olduğunun kanıtı olarak görürdü bu köprü enkazını. Geceleri sandallara yüklenen cesetler ateşe verilerek denizin akıntısına bırakılırdı sevenleri tarafından. Asitli denizin içinde bedenleri eriyen ruhların hiçbir hayvan veya insan tarafından didiklenmeyeceği için huzura ereceklerine inanılırdı. Karanlık denizin içinde alev almış yıldızlara benzeyen bu ateşler, kızıl yakamozlar gibi Marmara Denizi’nin durgun sularında dalgalanır, uzun birer çizgiye dönüşerek yansırlardı.”

Lodosla Gelen

Karanlığın kaç dil bildiğini öğrenmeye, kedilere ve delilere yetmiyor aklımız. Bir şarkı tırnaklarını tam da sağalır diye umduğumuz o yaraya geçiriyor. Bu sefer kar bizi kürüyor, şehvet etimizle çoğalıyor, babalar ölmeyi herkesten daha iyi biliyor. Yeniden başlamak istiyoruz karanlığa, sonra kedilere ve delilere. Bir şarkı daha söylesek diyoruz, bir mevsim daha geçse. Olmuyor. Ölüm, dayamış ağzını sol mememize, sütten kesilmemizi bekliyor.

Jale Sancak, Lodosla Gelen’deki öykülerle hep oralarda olsalar da artık görmeye gücümüzün yetmediklerini anlatıyor bize. Kızmadan, bağırmadan, parmak sallamadan yapıyor bunu üstelik. Zengin ve bereketli bir üslupla söylüyor her şeyi.

“Mor yelkovanın ardından giden kadının hikâyesini hatırladı birden, içi sızladı, hanidir yüreğine uğramayan bir duyguyla sarsılarak dokundu dalgaların getirip bıraktığı kıpırtısız, yaralı bedene. Kadın gözlerini araladı, kâbustan sıyrıldı, üzerine eğilen Hatice’ye şaşkınlıkla baktı. Lodostan kalan koku, klarnetin kıvrak gezinişi, rüzgârın oralara dek taşıdığı bir vapur düdüğü, martı sesleri aktı aralarından, yaşanacak nice ânın sözleri… Kanca Cemil asılı kaldığı boşlukta, kadını kucaklamaya çalışan kızına kıvançla gülümsedi. Besbelli sağaltacaktı Hatice onu. Lodosun hediyesini sarıp sarmalayacaktı.”

Aynada Yürüyen Sesler

niçin unuttuğumu hatırlamam zor burada
zaman aradan çekilirse susarım, dilimde süt dövmesi
suyun kırdığı beyaz, bir vadiye şimdi diye açılan ağız
orada dursun
bir uzun yürüyüşten dönerim,
burada, yenilmedi üzerinizdeki serinlik, der biri
sesin kilitleri açtığı akşam
dursun orada
biraz daha şimdi.

HaftaninFilmi.com’dan Filmler

Gösterimdekiler (17. hafta):
Zah-Har 'Cin Ahalisi' (2024) Oyun Gecesi - Katala (2024) Arınma - Immaculate (2024) Küçük Don Kişot'un Maceraları - Giants of la Mancha (2024) Boy Kills World (2024) Cadı (2024) Rekabet - Challengers (2024) Siyah Çay - Black Tea (2024) Dublör Filmi (2024)
Arşivden Seçkiler:
Gitmesine İzin Ver - Let Him Go (2020) Güzel Oğlum - Beautiful Boy (2019) Güvercin (2018) Sesime Gel - Were Dengê Min (2014) Charlie’nin Melekleri - Charlie’s Angels (2019) Güvenli Bir Yer - Safe Place (2023)