Balıkçı
2016 BRAM STOKER EN İYİ KORKU ROMANI ÖDÜLÜ
“Korkutucu ve etkileyici. Balıkçı, modern bir korku efsanesi. Kesinlikle okunmalı.” – Paul Tremblay
Günümüz korku edebiyatının ustalarından John Langan’dan Lovecraft’ın öykülerini ve Stephen King’in Hayvan Mezarlığı’nı andıran bir roman: Balıkçı.
New York Eyaleti’nin kuzeyinde, Woodstock civarındaki ormanda Dutchman Deresi, Ashokan Havzası’ndan akar… Dik yamaçlı, hızlı akan bu dere oraya gelenlere tutacakları balıklardan çok daha fazlasını, gerçek olamayacak kadar güzel bir olasılığı vaat etmektedir.
Birbirlerinin arkadaşlığında ve ortak balık tutma tutkusunda teselli bulan iki adam, Abe ve Dan, derenin ve onlara vaat ettiği şeyin her ikisinin de kayıplarına çare olabileceğine dair söylentileri duyduklarında başta buna inanmayacaklardı. Ancak kısa süre sonra, adamlar kendilerini derin ve eski bir hikâyenin içinde bulacaklardı. Karanlık anlaşmaların, uzun zamandır gömülü sırların ve “Balıkçı” olarak bilinen gizemli bir figürün olduğu bir hikâyenin… Peki, Abe ve Dan kaybettiklerini geri kazanmak için gereken bedeli ödeyebilecek miydi? Ve dahası, hayatta kalabilecekler miydi?
“Bu kitabı okumak, ilk sayfadan son sayfaya kadar, şahane bir zevkti.”
– Victor LaValle
Çevirmen: Burcu Denizci
Knockemstiff
Köylü doğup basit bir işçi hayatı yaşadıktan sonra emekliliğinde yazdığı Knockemstiff’teki öykülerle elli yaşında PEN/Robert Pingham Ödülü’nü kazandı Donald Ray Pollock. Daha sonra 2012’de Guggenheim Bursu’na da layık görülen Pollock, Düş Yakamdan Şeytan adlı ilk romanıyla öykü kitabında anlattığı memleketini okurlara daha da etraflıca göstererek, Amerikan Güney Gotiği ve taşra anlatısında eşsiz bir yer elde etti.
Ortabatı Amerikan kasabasının olağanca sertliğini ve hü-zünlü sıradan insanlarını, ruhlarına nüfuz eden her tür kir pastan arındırarak unutulmaz bir anlatıyla ortaya koyar Pollock. Altmışların ortalarından doksanların sonlarına uzanan bir zaman diliminde yaşadığı, karakterleriyle birbirlerine zincirlenen öykülerinde kendi dünyasını, Ohio’daki Knockemstiff’i yazarak edebiyat haritasına gerçek bir hayal diyarı bağışlar.
Tozun toprağın, patlak lastiklerle kırık kaportaların, gres yağlı mermilerin, inançlı sarhoşların, küfür kıyametin, ana babalarla kardeşlerin, her türden köylüyle işçinin kurnaz zekâları, çapraşık ahlaki değerleri ve kapkara mizahıyla hâl-i pürmelali.
“Belki umutlu ve yaşam enerjisi yüksek bir Raymond Carver ya da tanrısız bir Flannery O’Connor – ama Pollock hiç kimsenin gölgesi değil. Güçlü bir yetenek iş üstünde.” — KATHERINE DUNN
“Ürkütücü, kasvetli, tavizsiz ve matrak… Amerikan kurgusu ne kadar çiğ olabilirse. Unutulmaz bir deneyim.” — SAN FRANCISCO CHRONICLE
Çevirmen: Avi Pardo
Henry ve June
Ömrü boyunca yazdığı günlüğü yayımlandıkça insan benliğine yaklaşımındaki dürüstlüğü çok daha iyi anlaşılan Anaïs Nin, sadece dünya edebiyatının değil kadınların da en cüretkâr ve açık seslerinden biri oldu. Döneminde kolay kolay kimsenin kalem oynatamadığı cinsellik, kürtaj, ensest ve evlilik dışı ilişkiler gibi hassas konularda deneyimlerini ve fantezilerini sadece romanlarında değil günlüğünde de sık sık ele aldı.
İçsel Kentler dizisini oluşturan romanlarının da ilham kaynağı Henry Miller ve eşi June ile yaşadığı ilişki, 1930’larda hem entelektüel açıdan hem de erotik açıdan Anaïs Nin’in aydınlanmasını sağlar. Paris’te tanıştığı bu çifte büyük bir tutkuyla âşık olan Nin, yaşadığı tensel ve edebi maceraların kendisini nasıl olgunlaştırdığını ve sesini bulmaya yardımcı olduğunu titizlikle kayda geçirir.
1930-31 yıllarındaki günlüğünden alınan pasajlar, sansürlenmemiş biçimde
“bir aşk günlüğü” olarak Henry ve June kitabında bir araya getirildiğinde, bir kişinin iki farklı aşk arasında kaldığında yaşadığı haz ve acıları tüm çıplaklığıyla açık etmekle kalmaz, bir yazarın nasıl oluştuğunu da gösterir.
“Pek çok yazar ancak gözlerinin önündekini görürken Anaïs Nin sözlerinin simyasıyla bariyerleri kaldırıp … bizi çevreleyen ve gölgelerinde pek çok yaşamın heba olduğu şeylerin derinlerine, doğrudan kalbine bakıyor.”
– WAYNE McEVILLY
“Henry ve June özünde Nin’in erotik uyanışının bir kaydı… Aynı anda hem ölçülü hem taşkın, şiirsel ve gergin … bir kadının kendisiyle diyaloğunda netlik sağlamak için nasıl mücadele ettiğinin dökümü.” – THE NEW YORK TIMES
Çevirmen: Püren Özgören
Efsaneler Çağı
MICHAEL J. SULLIVAN’IN DESTANLAR ÇAĞI’YLA BAŞLAYAN EPİK SERİSİ EFSANELER ÇAĞI’YLA DEVAM EDİYOR.
İnsanlık yıllar süren savaşın ardından avantaj sağlamış ve Fhreyleri anavatanlarının sınırına kadar geri püskürtmüştü ama daha ötesine değil. Şimdi en önemli an gelip çatmıştı. Persephone’nin açmazı kullanarak barışı sağlama planı, zaferi Fhreylere teslim etme ihtimalini doğuracak ve sevdiği bir dostunu tehlikeye düşürecek beklenmedik bir ihanet tarafından yerle bir edilecekti.
İnsanlığın tek umudu ise bir cadının, unutulmuş bir şarkının ve basit bir bahçe kapısının efsanesinde yatmaktaydı.
Çevirmen: Cihan Karamancı
Swamp Thing Efsanesi:
5. Cilt
“Swamp Thing Efsanesi çizgi roman tarihine damgasını vurdu. Okuduğunuz zaman nedenini anlayacaksınız.” – NEIL GAIMAN
“Çizgi romanın gerçek klasiklerinden biri.” – IGN
DAHA KÖTÜ NE OLABİLİR Kİ DEDİNİZ.
ZATEN OLAN OLDU DEDİNİZ.
KENDİNİZİ KANDIRMAYIN.
OLACAKLARIN SINIRI YOK.
1983 ile 1987 arasında, Alan Moore adındaki genç bir İngiliz yazar Amerikan çizgi roman dünyasında devrim yarattı. DC Comics’in Swamp Thing karakterinin yazarlığını üstlenerek görsel hikâye anlatıcılığında çıtayı belirledi ve çizgi roman dünyasındaki yansımaları günümüzde hâlâ devam eden devrimin ilk adımlarını attı. Moore’un sıradışı anlatım tarzı ve bu eşsiz karakterle Gotik korku türünde kaleme aldığı hikâyeler Stephen Bissette, John Totleben, Rick Veitch ve Alfredo Alcala gibi isimlerin akıldan çıkmayacak çizimleriyle bir araya geliyor ve ortaya çizgi roman dünyasının başyapıtlarından biri çıkıyor.
Çevirmen: Nagihan Çakır
Beyaz Diş
“Beni övmek istiyorsanız, bana Britanya’nın Jack London’ı deyin.”
— BERNARD SHAW
Edebiyat tarihinin en gerçekçi hayvan karakterlerinden biri olan Beyaz Diş, yalnızca hayvanların değil insanın da vahşi doğasının bir yansıması gibidir.
19. yüzyıl sonlarında, Altına Hücum döneminde geçen Beyaz Diş’te Jack London yarı kurt yarı köpek olan bu sıradışı karakterin gözünden insanın ve doğanın zalimliğinin, çetin koşullarının yanı sıra sevgiyi ve umudu da farklı bir gözle betimliyor. Vahşi bir yaratığın “sosyal” ortama uyum sağlama süreci ve medeniyet içerisinde kendi yerini bulma çabası, London’ın coşkulu üslubuyla ete kemiğe bürünüyor.
Beyaz Diş’in hikâyesi, hayvanların dünyasına ve toplumdan uzaklaşmış insanların toplumsal duruşuna dair dramatik ve gerilimi yüksek bir anlatı.
Harold Bloom’un önsözüyle.
Çevirmen: Esat Ören
Otlakçı
1946’da Hikâyeler – Birinci Kitap, 1958’den itibaren ise Otlakçı adıyla yayımlanan bu kitapta Memduh Şevket Esendal’ın gözlemci gerçekçi hikâyeciliği açıkça keşfedilir. Yazar, çoğu Meslek gazetesinde yayımlanan hikâyelerinde Anadolu’ya uzanarak sıradan hayatları yalın ve canlı bir üslupla anlatır; insan ve mekân çeşitliliğiyle âdeta bir dönem panoraması sunar.
Okur da Haldun Taner’in onun kaleminde gördüğü “yapmacıksızlığı, süssüzlüğü, canlılığı, yerliliği, gereksiz tasvirlerden kaçışı, kişilerin ruh hâllerini, konuşmaları ve tavırlarıyla anlatması”nı sahne sahne takip eder Otlakçı’da. Yazdıklarının herkese daima umut ve neşe vermesini arzu eden Esendal, bunu, hikâyelerinde belirgin bir biçimde ortaya koyar.
“Hani, bazen sırası geliyor da, ‘Maziye merbutiyet,’ filan diyoruz; bizim gibilerde maziye merbutiyet ekseriya bir iptila hâlinde, sözün doğrusu bizim yaptığımız yenileri beğenmemek için bir hikâyeden ibaret. Biz hem yalancılıkları kendimiz öğretiyoruz, hem de yeni nesil bozuldu, diye şikâyet ediyoruz. Efendim? Bilmem, siz ne fikirdesiniz?”