ATIF YILMAZ FİLMLERİNDE İSTANBUL
Ali Can SEKMEÇ

1960’larda Türk sinemasında İstanbul, genellikle mutluluğun vaad edildiği bir şehir olarak canlandırılmıştır. Filmlerde masalsı bir İstanbul tasvir edilmiş, bu da insanların bu şehre akmasına neden olmuştur. Atıf Yılmaz’ın tiyatrodan beyaz perdeye uyarladığı “Keşanlı Ali Destanı” İstanbul’un gecekondu sorununa müzikli bir dokunuşta bulunmuş, Türk sinemasının ilk gecekondu filmi olarak kayıtlara geçmiştir. Atıf Yılmaz, 1950’de Semih Evin’in yönettiği “Allah Kerim” filminde reji asistanlığıyla başlayan beyazperde kariyerinin ilk yılarında, Türk sineması henüz emekleme günlerini yaşamaktadır. Bir tarafta özgün bir sinema dilinin kurulması çabasındaki yönetmenler; diğer yanda ise sinematografisi olsun olmasın bulabildikleri her konuyu perdeye taşıyan, tüccar kalıplara saplanmış yönetmenler vardır. Atıf Yılmaz, böyle bir yönetmenin asistanlığıyla setlere adım atmıştır. Sonraki yıllarda Türk sinemasının en faal yönetmenlerinden birisi olacak olan Atıf Yılmaz, hiç bitmeyen enerjisiyle her türde film üretmeyi başaracaktır.
1926‘da Mersin’de dünyaya gelen Atıf Yılmaz Batıbeki ya da bilinen adıyla Atıf Yılmaz, Mersin Orta okulunda eğitimini tamamladıktan sonra Adana Lisesi’ne devam etmiş,1945’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmiş, bu eğitimi sırasında Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi almıştı. Resim sanatına karşı olan ilgisi Yılmaz’ı, bu alanda çalışmaya sürükler. 1947’de ressam Nuri İyem’in Beyoğlu Asmalımescit’teki atölyesininde resim çalışmaları yapar. Sinemayla ilk kez, yazdığı eleştirilerle tanışır. Bazı filmler için afişler hazırlar. Senaryolar yazar. İlk senaryosunu
götürdüğü Atlas Film Şirketi ona Türk sinemasının kapılarını açar. Semih Evin’le başlayan reji asistanlığı 1951’de Hüseyin Peyda ile devam eder. Peyda’nın, Güneydoğu’da çokça sevilmesine neden olacak olan “Mezarımı Taştan Oyun” adlı filmde onunla çalışır.

Ardından ilk yönetmenlik denemesi olan “Kanlı Feryat” gelir. Piyasa işi film “Türk Valentino”su olarak adlandırılan başrol oyuncusu Hüseyin Peyda’dan dolayı çok beğenilir. Ardından Erman Film ile çalışmaya başlayan Atıf Yılmaz, 1950’li yıllar boyunca “İki Kafadar Deliler Pansiyonu’unda”, “Aşk Istıraptır”, “Hıçkırık”, “Kadın Severse”, “Dağları Bekleyen Kız”, “İlk ve Son”, “Beş Hasta Var”, “Gelinin Muradı”, “Bir Şoförün Gizli Defteri”, “Kumpanya”, “Ala Geyik”, “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” vs… gibi daha çok edebiyat uyarlamalarını filme çekti. Atıf Yılmaz, 1960’larda “Ölüm Perdesi”, “Dolandırıcılar Şahı”, “Allah Cezanı Versin Osman Bey”, “İki Gemi Yan Yana”, “Azrailin Habercisi”, “Yarın Bizimdir”, “Sayılı Dakikalar” gibi polisiye filmler çekti. Oyuncu Orhan Günşiray ile birlikte “Yerli Film” adıyla bir şirket kurarak kendi adına filmler üretti. 1969’da oyuncu Türkan Şoray ile kurduğu işbirliği uzun yıllar devam etti.

“Kölen Olayım”, “Kara Gözlüm”, “Ateş Parçası”, “Güllü”, “Unutulan Kadın”, “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Cemo”, “Zulüm”, “Güllü Geliyor Güllü”, “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Mine”, “Seni Seviyorum”, “Hayallerim Aşkım ve Sen”, “Ölü Bir Deniz”, “Berdel”, “Kazan Dibi Tavuk Göğsü” ve “Nihavend Mucize” bu işbirliğinin sevilen ürünleri olarak anılacaktır.

HIÇKIRTAN İSTANBUL…
Atıf Yılmaz’ın Erman Kardeşler şirketi adına 1953’de çektiği “Hıçkırık”, Kerime Nadir’in ünlü aşk romanlarından biriydi. Birlikte büyüyen ve birbirlerini çılgınca seven Kenan ve Nalan’ın öyküsüydü anlatılan. Romanın film haklarını o yıllarda Erman Film’in ortaklarından olan Sezer Sezin almış ve başrollerinden birisini kendisinin üstleneceği bir filmin hazırlıklarına girişmiştir. Fakat anlaşmazlıklar bu projenin o zamanlar ünlü şair ve yönetmen Orhan Murat Arıburnu ile evli olan, Şehir Tiyatrosu sanatçısı Nedret Güvenç’in üzerine kurulmasına neden olmuştur. Güvenç’in yanı sıra filmde Muzaffer Tema, Reşit Gürzap, Temel Karamahmut, Fatma Bilgen ve Settar Hazım Körmükçü gibi oyuncular da yer alır. Hikayesi, dramatik yapısı çok yoğun bir aşk romanından alındığı için, çok da sinematografik olmamasına rağmen, hatta yer yer ağdalı sayılsa da İstanbul’u en güzel sunan filmlerden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Sadi Işılay ve Faruk Yener’in alaturka-alafranga müzikleri eşliğinde, Mike Rafaelyan’ın siyah beyaz görüntüleri bir zamanların İstanbul’unu seyirciye takdim ederken “ahhh” dedirtecek kadar güzeldir. Film, boğazın en güzel yapılarından biri olan ünlü Hidiv Köşkü’nde başlar. Köşk görkemli giriş kapısı, işlemeli mermerden yapılmış merdivenleriyle film içinde bir anıt gibi yükselmektedir. Filmin son sahnesinde kullanılan Boğaz’a ve dolayısıyla gün batımına nazır teras-balkon, Kenan’ın kollarında son nefesini veren Nalan’ın acısına ortak eder seyircisini… Köşkün, adeta küçük bir ormanı andıran bahçesi, Boğaz’ın güzelliklerine doğru uzanan seyir tepeleri, film boyunca seyirciyi mest edecek güzelliktedir. Bir üniversite öğrencisi olan Kenan’ın okul kapısındaki sahneleri bizlere İstanbul’un unutulmuş gitmiş başka bir mekanını takdim eder. Bu mekan Beyazıt Meydanı’ndan başkası değildir. Bugün gerek insan gerek bina kalabalıklarına teslim olan meydan, 1953’te henüz çok sakin görünmektedir. Tramvay üniversitenin kapısının önünden geçmektedir. Ortadaki fıskiyeli büyük havuz, şehrin bu köşesinin eskiden daha bir modern olduğunu düşündürür insana. Sirkeci Tren Garı, Şişhane yokuşu ve henüz yıkımlarla tanışmamış olan Tarlabaşı caddesi ne kadar da sakindir. Bugün tüm ilkelliğine tüm demodeliğine rağmen, 120 dakikalık film sona erdiğinde, varsa gözyaşlarını tutabilenler, o İstanbul için “Teşekkürler Atıf Yılmaz” demekten kendilerini alamayacaktır.
BEŞ HASTA VAR
Atıf Yılmaz’ın 1955’te Lale Film / Sabahat Filmer adına yönettiği “Beş Hasta Var” Ethem İzzet Benice’nin aynı adlı çok okunmuş romanından sinemaya aktarılmıştı. Film zamanı içinde kalabalık kadrosu ve görkemli mekanlarıyla oldukça pahalıya çıkmıştı. Atıf Yılmaz bu filminde de Nedret Güvenç ve Muzaffer Tema çiftiyle çalışmıştı. Bu kadroya Sadri Alışık, Refik Kemal Arduman, Muazzez Arçay, Settar Hazım Körmükçü, Nubar Terziyan, Ziya Metin, Dursune Şirin, Sadettin Erbil, Kemal Edige, Abdullah Ataç, Feridun Çölgeçen, Hayri Esen ve Osman Alyanak’da dahil olacaktı. Film fakir bir ailenin kızıyken sevmediği bir erkekle evlendirilen Belkıs’ın öyküsüdür. Belkıs sevmeden evlendiği çok yaşlı kocasından kaptığı frengi hastalığı nedeniyle tüm erkeklere düşman olmuş, intikam alırcasına tanıştığı her erkeğe bu hastalığı yaymaktan geri durmamıştır.

Roman olarak yayınlandığında kıyametler koparan “Beş Hasta Var” sinematografisi oldukça sağlam bir eserdir. Konu 1900’lerin başlarında yani Osmanlı İstanbul’unda Rumelihisarı semtinde geçmektedir. Atıf Yılmaz 1955’te o günlerin İstanbul’unu anlatmakta çok zorlanmamıştır; çünkü o İstanbul daha bozulmamıştır. Bugün Boğaziçi Üniversitesi içinde kalan eski aşıklar tepesi ve tüm silüetiyle Boğaziçi doyumsuz bir güzellik sunar seyirciye. Turgut Ören ya da o günlerde kullanılan adıyla “Baba Turgut”un siyah beyaz İstanbul’u görülmeye değerdir. Sonraki yıllarda komedi filmlerinin unutulmaz yönetmeni olacak olan Hulki Saner’in Batı esintileriyle dolu  müziği  filme de İstanbul’a da çok yakışmıştır.
BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ
Atıf Yılmaz’ın 1957’de Duru Film / Naci Duru adına yönettiği ve Aka Gündüz’ün ünlü romanından uyarlanan “Bir Şoförün Gizli Defteri”, İstanbul’u bir şoförün gözünden anlatmaktadır. Eşref Kolçak, Çolpan İlhan, Nurhan Nur, Saime Bekbay, Kemal Ergüvenç, Eşref Vural, Ahmet Tarık Tekçe ve Kadir Savun gibi oyuncuların yer aldığı filmin kamerasının başında, yine usta Turgut Ören vardır.
“Şoför milleti değil mi?… Geç!
Şoför milleti değil mi?… Çatma!
Şoför milleti değil mi?… Aldırma!
Şoför milleti değil mi?… Hepsi bir camekanın mostrası!”
Film böyle başlar, Eşref Kolçak’ın kişiliğinde, tabii Sadri Alışık’ın dublajında…

Turgut Ören’in kamerası, bir şoförün gözünden anlatır İstanbul’u seyirciye… Atıf Yılmaz filmine İstanbul’u yerleştirirken çok bonkör davranmamıştır aslında… Konu itibariyle İstanbul daha çok, başta şoför Erol olmak üzere insanlarıyla ön plana çıkmıştır. Ama yine de kıyıda köşede kalmış bir İstanbul değildir gösterilen… Film boyunca dramatik yapı ağırlığını korurken, İstanbul “Ben de buradayım” dercesine girivermiştir karelerin içine…
İstanbul’un Kasımpaşa (Aka Gündüz’ün romanında burası Aksaray) semtinde dar gelirli ailelerin yaşadığı bir mahallede, geçmişindeki parlak günlerini arayan bir sokak vardır. Artık dökülen, bir zamanların ihtişamlı cumbalı ahşap konakları ve bozuk sokak kaldırımlarıyla Kasımpaşa, tam bir kenar mahalle görünümündedir… Bu sokakta yaşayan Erol (Eşref Kolçak), İstanbul’a has damalı dolmuşuyla hayatını kazanan, dürüst, çalışkan, namuslu ve yardımsever bir şofördür. Karşı komşuları Osmanlı artığı Ekrem Paşa’nın kızı Çiler’i (Çolpan İlhan) sever. Sosyal durumlarının farklılığını bilir, amayine de evlenmek ister Çiler’le. Elbette reddedilecektir. Küçümsenen, şoförlüğüdür. O da ticarete atılır; ama Çiler’i evliliğe ikna edemez. Erol askere gider. Onun yokluğunda Çiler, babasının ölümünden sonra semt değiştirip sosyeteye karışmıştır. Sosyete demek yozlaşma demektir. Nitekim Çiler, bu hayata ayak uydurmak için kısa zamanda “düşer”. Erol dönüşünde Çiler’i bulur. Çiler yaptıklarına pişmandır. Erol onu kurtarmak ister ama bunu asla başaramaz.
Yoksulluk, adaletsizlik, fuhuş, toplumsal çürüme gibi manzaraları İstanbul şehri üzerinden anlatan Atıf Yılmaz, toplumun mazlum, yoksul ve güçsüz insanlarını yerle bir eden daha birçok dokunuşa yer verir filminde… Atıf Yılmaz, bir taraftan bu insanların başına gelenleri anlatırken diğer taraftan da döneminin sosyal ve ahlaki değerlerini eleştirmiştir. Özellikle İstanbul şehri, filmin en önemli figürlerden biridir. Film boyunca İstanbul her anlamda yaşanan olumlu olumsuz bütün değişmelerle karşımıza çıkar.
KEŞANLI ALİ DESTANI
1960’larda Türk sinemasında İstanbul, genellikle mutluluğun vaad edildiği bir şehir olarak canlandırılmıştır. Ekonomik, kültürel ve coğrafi sebevplerden dolayı insanlar, genellikle her ülkede büyük şehirlere doğru zorlu yolculuklara çıkarlar. Bu yolculuğun Türkiye’deki adresi “taşı toprağı altın” denilen İstanbul’du… Filmlerde masalsı bir İstanbul tasvir edilmiş, bu da insanların bu şehre akmasına neden olmuştur. “Keşanlı Ali Destanı” işte böyle bir ortamda yazar Haldun Taner’in kaleminde hayat bulur. Aslı, müzikli bir tiyatro eseriydi. Gülriz Sururi ve Engin Cezzar çiftinin başarıyla sahnelediği bu eser, 1964’te Atıf Yılmaz tarafından filme alınmıştı. Fakat tiyatrodaki başarılı çift, sinema versiyonunda yer almak istememişti. Belki sinemaya güvenememişlerdi, belki de sahnedeki başarının gölgelenmesinden korkmuşlardı.

Yerlerine Fatma Girik ve Fikret Hakan alınmış ve Danyal Topatan, Aydemir Akbaş, Mualla Sürer, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Baradan, Mehmet Ali Akpınar, Nusret Ersöz, Sami Hazinses, Osman Türkoğlu, Faik Coşkun, Osman Alyanak, Eşref Vural, Hayri Caner, Suha Doğan, Orhan Elmas, Feridun Çölgeçen, Mürüvet Sim, Aziz Basmacı gibi birçok başarılı oyuncudan oluşan dev bir kadro kurulmuştu. Filme mekan olarak da İstanbul’un ilk gecekondu semtleri olan Kuştepe ve Hacı Hüsrev mahalleleri seçilmişti. Çetin Gürtop’un kamerasından İstanbul’un gecekondu sorununa müzikli bir dokunuşta bulunan film, Türk sinemasının ilk gecekondu filmi olarak kayıtlara geçer.
Ali (Fikret Hakan), Sineklidağ’da oturan bir gençtir. Zilha (Fatma Girik) isminde bir kızı çok sever. Birgün Zilha’nın amcası öldürülür ve suçu Ali’nin üzerine atarlar. Zilha’nın amcası da mahallenin belalılarından biridir. Herkesten haraç toplar ve kimse tarafından sevilmez. Ali bir türlü suçsuzluğunu ispat edemez. Mahallenin en sevilmeyen adamını öldürdü diye herkes tarafından sevilir ve mahallede ünlenir. Hapishaneden çıkınca muhteşem bir karşılama töreni hazırlanır. Herkes ona sevgi gösterir. Ali mahallesine gelir gelmez, mahallenin muhtarlığına adaylığını koyar. Ali seçimleri kazanır ve muhtar olur. Mahallede kısa sürede çok şey değiştirir. Fakat Zilha, Ali’ye dönmez…
AH GÜZEL İSTANBUL
Atıf Yılmaz, 1966’da çektiği “Ah Güzel İstanbul” ile gerçekliği yanında naivliği ile de göz dolduran başarılı bir İstanbul hikayesi anlatır. Başlangıcında Yeşilçam’a küçük dokunuşlarda bulunsa da hikaye amacına ulaşmaktadır. Senaryosu Safa Önal ve Ayşe Şasa gibi iki usta kalemin elinden çıkan filmde başrolü İstanbul şehri ile paylaşan Sadri Alışık ve Ayla Algan’a Danyal Topatan, Feridun Çölgeçen İhsan Yüce, Hakkı Haktan, Bilge Zobu, Saadet Eliaçık, Handan Adalı gibi döneminin usta oyuncuları da eşlik etmiştir.

Metin Bükey’in müzikleriyle süslenmiş, Gani Turanlı’nın tertemiz siyah-beyaz görüntüleri, günümüz seyircisine nostaljik bir şölen sunmaktadır… Filmin kahramanları mirasyedi, seyyar fotoğrafçı Haşmet İbriktaroğlu (Sadri Alışık) ve okuduğu dergilerdeki yaşamlarına imrendiği artistler gibi olmak için evinden kaçan Ayşe Goncagül’ün (Ayla Algan) film boyunca yaşadıkları; hem İstanbul’a yeni bir gözle bakmayı önermesi, hem de kaybedilen ahlâki değerlerin, kişilerin hayatlarındaki dengeleri nasıl alt üst ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Film Beylerbeyi’nde, kapısındaki “Gündüz Çorbacı Gece Meyhaneci Rıfkı” yazan tabelası ile semtin belki de çok amaçlı tek mekanında başlar. Haşmet İbriktaroğlu, akşamdan kalma haliyle, sigarasını sarar ve bir çırpıda anlatıverir hayatının özetini. Az sonra da mekandan çıkar gider. Beylerbeyi henüz kadim dostluk, ahbaplık, komşuluk ilişkilerini kaybetmemiştir. Tabii bugünle karşılaştırınca durum içler acısıdır. Haşmet teker teker selamını verir balıkçıya, kahveciye, bakkala…
Beylerbeyi iskelesinden Boğaziçi’ne bakarken İstanbul’a olan beğenisini dile getirir ama eski İstanbullulara bağlar da… “Aahh, güzel İstanbul! Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin. Ey, canım Boğaziçi! Bir zamanlar dedelerimiz de içlenmiş bu güzelliğinin karşısında. Nasıldı o Bimen Şen’in eski bestesi? Aaah, ah! Atalarımız da geçmiş bu sulardan, mağrur ve akıncı… Nerede Orta Asya, nerede Viyana kapıları? Haşmet, Boğaz’ın sularına dalmış içli içli düşler kurarken yaklaşan vapurdan habersizdir bile.

Sürgü iskelenin gürültüsü bu masum ve içli hayali yıkar geçer. Sanki Haşmet’e bırak geçmişi dön bugüne dercesine… “Ah, yorgun Haşmet, miskin Haşmet!”… Haşmet’in İstanbul’u bu tertemiz sözlerle ve kalender bir yürekle sahipleniş hali, aslında kendi duruşunu böyle kabullenmesine ve bir zaman sonra çevresindeki insanlara da aynı hüzünle sarılmasına neden olmaktadır… Kendi başına buyruk yaşayan, üç beş kuruşa hüviyetini satmak istemeyen Haşmet, seyyar bir sokak fotoğrafçısı…
Haşmet’in İstanbul’daki ikinci durağı, mesleğini de icra ettiği ünlü Sultanahmet Meydanı’dır. Karlı bir İstanbul sabahı, ayaklı eski makinesi başında müşterisiyle ilgilenmekte. Bugün turist kalabalıkları arasında neredeyse siluetini kaybeden koca Sultanahmet Meydanı, 1966’larda henüz yapısız, ağaçsız ve çokça ıssız. Günün ilk müşterisi Ayşe adında genç bir kız. Koltuğu altında bir mecmua, orada gördüğü pozları vermeye çalışmakta… Amacı artist olmak… Ama başına geleceklerin farkında bile değil…
Atıf Yılmaz “Ah Güzel İstanbul”da biri parlak ışıklar altında kurulan taptaze düşleriyle; diğeri ise geçmişi büyük ama bıkkın, çaresiz ve hayatın kıyısında, dün ile bugün arasında sıkışmış kalmış haliyle, hayata tutunacakları yerde sürüklenen, savrulan iki insanın öyküsünü anlatır. Fondaki İstanbul, isli puslu haliyle, sanki Ara Güler’in o çok bilinen fotoğrafları gibi, seyirciyi etkilemeyi başarır. Sultanahmet Meydanı, Ayasofya, İstiklal Caddesi, Sarayburnu henüz daha yapı kalabalıklarıyla kirlenmemişlerdir. Atıf Yılmaz filmleri içinde özel bir yeri olan “Ah Güzel İstanbul”, 1967’de İtalya’da San Remo yakınlarındaki Bordighera kasabasında her yıl yapılmakta olan «Uluslararası Mizah Şenliği» kapsamında düzenlenen 10. «Komik ve Mizahi Filmler» yarışmasında, jüri özel armağanı olan «Gümüş Ağaç Ödülü»nü kazanmıştır. Daha çok eğlenceli güldürülerin katıldığı bu yarışmada ödül alan «Ah Güzel İstanbul»un bir kara komedi olması dikkatleri çekmiştir.
Sonuç olarak Atıf Yılmaz sinemasında İstanbul şehri önemli bir olgu olarak yer almıştır. Bu filmlerinde İstanbul, anlatılmak istenen her öykünün başköşesindedir. Kimi zaman görkemli köşkleri, kimi zaman gecekondu mahalleleri, kimi zaman dar sokakları, kimi zaman işçi semtleri ama hep İstanbul ön plandadır. Oyuncular genellikle İstanbul’un güzellikleri yanında kahrını da çekerler. Fakat kendileri değişirken İstanbul’u değiştiremezler. Atıf Yılmaz buna izin vermez. Seçtiğimiz beş film bunun en güzel örnekleri olarak kayıtlara geçmiştir.
Atıf Yılmaz, 5 Mayıs 2006’da aramızdan ayrılırken ardında her zaman sevilerek izlenen 117 film bıraktı. Kendisini saygıyla anıyoruz.

Sinema Tarihçisi

[flickr-gallery mode=”photoset” photoset=”72157629169631360″]

HaftaninFilmi.com’dan Filmler

Gösterimdekiler (27. hafta):

Arşivden Seçkiler:
Looney Tunes: Dünyayı Kurtarma Operasyonu - The Day the Earth Blew Up: A Looney Tunes Movie (2025) Katran - The Tragedy (2015) Soldaki Son Ev - The Last House On The Left (2009) PETER VON KANT (2022) Penguen Kral - The Penguin King (2013) Issız Ev - The Rental (2022)

Leave a comment