Mickey 7
İNSANLIĞI KURTARMAK İÇİN RESMEN ÖLÜYOR.
Parazit’in Oscar ödüllü yönetmeni Bong Joon-ho’nun, Robert Pattinson’ın başrolünde yer aldığı heyecanla beklenen Mickey 17 filmine ilham kaynağı olan Mickey 7 şimdi Türkçede!
Mickey 7, bir “Harcanabilir”di: Buz gezegeni Niflheim’ı kolonileştirmek için gönderilen keşif ekibinin harcanabilir bir çalışanı. Eğer bir görev çok tehlikeliyse ona Mickey gidiyordu çünkü her öldüğünde, hafızasının büyük kısmını koruyarak yeni bir bedenle tekrar üretiliyordu. Altıncı ölümünün ardından Mickey 7, iş sözleşmesinin şartlarını ve neden bu iş pozisyonunun boş kaldığını çok iyi anlamıştı.
Oldukça rutin bir keşif görevinde Mickey 7 kaybolunca “yine” öldüğü varsayılmıştı. Ancak, yerli yaşam formlarının yardımıyla şaşırtıcı bir şekilde koloni üssüne geri döndüğünde işler biraz karışacaktı çünkü yeni bir klon, Mickey 8, onun yerine göreve başlamıştı.
Kolonide çift Harcanabilir olması kurallar gereği kabul edilemez bir durumdu
ve eğer yakalanırlarsa, büyük ihtimalle geridönüşüm makinesine atılıp protein kaynağına dönüştürüleceklerdi.
Mickey 7, ikizini koloninin geri kalanından saklamak zorundaydı. Bu sırada Niflheim’daki yaşam giderek kötüleşmekteydi: Atmosfer insanlar için uygun değildi, yiyecek sıkıntısı baş göstermişti ve dünyalılaştırma çalışmaları iyi gitmiyordu. Üstelik gezegendeki türler yeni komşularına karşı giderek daha meraklı hâle gelmişti ve bu durum Komutan Marshall’ı birazcık endişelendiriyordu.
Nasıl olduysa, kısa süre sonra insanlığın hayatta kalması Mickey 7’ye bağlı hâle gelecekti. Tabii, eğer sonsuza dek ölmekten kurtulabilirse.
“Mickey 7, kimlik üzerine düşündüren güçlü bir roman. İşte bu yüzden bilimkurgu okuyoruz! Şiddetle tavsiye edilir.” — Jonathan Maberry
“Andy Weir, tahtın sallanıyor!” — Stephen Baxter
Çevirmen: Burcu Denizci
Mickey 7
İNSANLIĞI KURTARMAK İÇİN RESMEN ÖLÜYOR.
Parazit’in Oscar ödüllü yönetmeni Bong Joon-ho’nun, Robert Pattinson’ın başrolünde yer aldığı heyecanla beklenen Mickey 17 filmine ilham kaynağı olan Mickey 7 şimdi Türkçede!
Mickey 7, bir “Harcanabilir”di: Buz gezegeni Niflheim’ı kolonileştirmek için gönderilen keşif ekibinin harcanabilir bir çalışanı. Eğer bir görev çok tehlikeliyse ona Mickey gidiyordu çünkü her öldüğünde, hafızasının büyük kısmını koruyarak yeni bir bedenle tekrar üretiliyordu. Altıncı ölümünün ardından Mickey 7, iş sözleşmesinin şartlarını ve neden bu iş pozisyonunun boş kaldığını çok iyi anlamıştı.
Oldukça rutin bir keşif görevinde Mickey 7 kaybolunca “yine” öldüğü varsayılmıştı. Ancak, yerli yaşam formlarının yardımıyla şaşırtıcı bir şekilde koloni üssüne geri döndüğünde işler biraz karışacaktı çünkü yeni bir klon, Mickey 8, onun yerine göreve başlamıştı.
Kolonide çift Harcanabilir olması kurallar gereği kabul edilemez bir durumdu
ve eğer yakalanırlarsa, büyük ihtimalle geridönüşüm makinesine atılıp protein kaynağına dönüştürüleceklerdi.
Mickey 7, ikizini koloninin geri kalanından saklamak zorundaydı. Bu sırada Niflheim’daki yaşam giderek kötüleşmekteydi: Atmosfer insanlar için uygun değildi, yiyecek sıkıntısı baş göstermişti ve dünyalılaştırma çalışmaları iyi gitmiyordu. Üstelik gezegendeki türler yeni komşularına karşı giderek daha meraklı hâle gelmişti ve bu durum Komutan Marshall’ı birazcık endişelendiriyordu.
Nasıl olduysa, kısa süre sonra insanlığın hayatta kalması Mickey 7’ye bağlı hâle gelecekti. Tabii, eğer sonsuza dek ölmekten kurtulabilirse.
“Mickey 7, kimlik üzerine düşündüren güçlü bir roman. İşte bu yüzden bilimkurgu okuyoruz! Şiddetle tavsiye edilir.” — Jonathan Maberry
“Andy Weir, tahtın sallanıyor!” — Stephen Baxter
Çevirmen: Burcu Denizci
Medeya ve Çocukları
Modern Rus edebiyatının en çok okunan ödüllü yazarlarından Lyudmila Ulitskaya, eserlerinde çoğunlukla dini ve etnik hoşgörüye, Sovyet kültüründeki aydınların sorunlarına, kadınların toplumdaki yeni cinsiyet rollerini nasıl şekillendirdiğine ve gündelik hayata değiniyor. Rus Booker’ına aday olan ve İtalya’da verilen Penne-Mosco Ödülü’nü kazanan ikinci romanı Medeya ve Çocukları’nda, Kırım’daki çok renkli ve hareketli yaşamı, arka planda hissedilen tarihi kavgalar bir yana, tüm insani zaafları ve mucizeleriyle Sinopli ailesi ve ailenin odağı Medeya üzerinden anlatıyor.
Medeya Sinopli Mendes, Kırım sahillerindeki evinde her yaz misafir ettiği geniş ailesinden akrabalarının kaderine müşfik karakteriyle dokunan, hayatın sağlam direklerinden Doğu Karadenizli bir kadındır. Tarihin çalkantılarıyla oradan oraya savrulan farklı milletlerden, dinlerden ve görüşlerden insanların, eteğinin dibinde soluklandığı, sakinleştiği ve âdeta mucize kabilinden iyileştiği bu kadının iç dünyası kaybettiklerinin tatlı anılarıyla doludur. Kendi çocuğu olmasa da ziyaretine gelenlerin heyecanları, tutkuları ve kaderleri hayatın neşesini ve hüznünü sağlamaktadır.
Virginia Woolf’un Deniz Feneri ya da Mrs. Dalloway gibi yapıtlarını andıran Medeya ve Çocukları’ndaki tutkular, ayıplar ve aptallıklar, her şeye rağmen bir yuvanın verebileceği sıcak bir hüzünle dolduruyor okuru.
“Lyudmila Ulitskaya, bir büyüyü, kaderin etkisindeki bir yerin büyüsünü, bir manzaranın büyüsünü, özellikle de kahramanı Medeya Mendes’i çevreleyen büyüyü ve gizemi yakalayabilmek için kapanlar kuruyor.” – CHRISTA WOLF
“Medeya ve Çocukları, bir okurun modern bir Rus romanından bekleyebileceği her şeyi sunuyor.” – LOS ANGELES TIMES BOOK REVIEW
Çevirmen: Mehmet Özgül
Hatırla
“Her unutuş bir saklayıştır.”
Yaklaşık 800 yıl önce akıl durduracak bir teknolojiye öncülük eden otomaton ustalarının öyküsüyle başlayan yolculuk, 6-7 Eylül Pogromu’na uzanıyor Hatırla’da. Dinamik olay örgüsünün gerisinde, sormaya cesaret edemediğimiz sayısız soruyla yüzleşeceğimiz bir roman bu. Yüzlerce yıllık sırlarla çevrili karakterlerin nefes kesen hikâyeleri, bir yönüyle de insanın dünya üzerindeki sancılı yolculuğunu fısıldıyor bize.
Hatırla, hep yaşayan eşsiz bir anlatı şöleni olarak kalacak belleklerinizde.
Sokaklarda bir kadın gönlünce dans edebilsin diye…
“Şimdi bir rüya kadar uçucu, bir hayal kadar uzak, hatırlayış kadar tehlikeliyiz.”
Gölge
İstanbul’da bir maymun katliamından kaçmayı başaran Leylifer ile halat üzerinde büyümüş bir ip cambazının destansı anlatısı…
İsmail Güzelsoy; tarihte yaşanmış, unutulmaya yüz tutmuş olay ve olguları kurgusal bir payanda hâline getirerek destansı bir anlatı evreni oluşturuyor Gölge’de. Direklerarası’nın şenlikli dünyası, 1900’lerin başında, İstanbul caddelerinde gezinen ilk motorlu taşıt olan Zat-ül Hereke, kaybolup gitmiş mahya geleneği, Apukurya karnavalı, meddah anlatıları, cambazlık, kehanet ustaları, ölümsüzlük arayışındaki Vakıf isimli gizli bir örgüt ve emsalsiz bir aşk öyküsü romanın derin katmanlarında âdeta bir bellek panayırı gibi önümüze seriliyor.
Koşulsuz sevginin, şefkatin, beklentisiz dostluğun öyküsü olan Gölge, belleklerinize derin bir anı kadar işleyecek.
“Işık ile zar bahçesi arasında bir rüyaya girdin, daha önce hiç görmediğim bir saz çaldın, sonra da dedin ki: ‘Herkesin gizli bir şarkısı vardır, ömrünce içinde taşır, bazen öyle derine gömer ki zamanla kendi de unutur onu. Ta ki aynı şarkıyla sarhoş olan biriyle rastlaşana kadar. Biz aynı şarkıyla kederlenmiş, ağlamışız bir zaman.’
Sana o yüzden inandım. Biliyorum, başka bir zamanda söylenmiş –söylenecek ya da söylenmekte olan– şarkıyla, birbirini tanımadan birlikte dans eden insanlarız.
Yüzünü göremiyorum, gözlerim gözlerine değmeden konuşuyorum, bunu hiç sevmiyorum ama buraya kadar ulaştığına göre iyi biri olmalısın. Neden seninle hikâyemi paylaşmam gerektiğini bilmiyorum ama istediğini yapacak, hatırlayabildiğim her şeyi anlatacağım şimdi. (…) Anlamak için acele etme. Bazı şeyleri anlamadan da severiz ya. İnsanları mesela… Aşk başka ne ki?”
Yaşanacak Bir Yer Olsun
Yaşanacak Bir Yer Olsun, hem gerçekten yaşamaya cesaret etmenin hem de bundan kaçışın romanı. Her adımda, her cümlede daha derin bir anlam keşfedeceksiniz.
İlk kitabı Ölümlünün Yaşam Fragmanları ile Sait Faik Hikâye Armağanı’na aday gösterilen Asil Çam, şimdi yönünü romana çeviriyor.
Kavgalı sokakların, kırık dökük anıların ve iç içe geçmiş yalanların ortasında bir kahraman… Yaşanacak Bir Yer Olsun, hayatta kendi huzurunu bulmaya çalışan bu kahramanın hem içsel keşfine hem de dış dünyayla yaşadığı amansız yüzleşmeye odaklanıyor. Çam; aile bağlarının sancılı düğümlerine, derin bir baba-oğul ilişkisine ve toplumun bireyler üzerindeki ayan beyan tahakkümüne incelikle dokunarak sizi bir tür hafıza labirentine davet ediyor. Aşksa şehrin suçlu arka sokaklarında henüz yazılmamış bir şiir gibi. Yaşansın artık diye sırasını gözlüyor.