Sessizlik

John Biguenet, 21. Yüzyıl’da bize daha da yabancılaşan bir kavram olan “Sessizlik” hakkında düşünürken, içerik bakımından zengin ve renkli bir kitap sunuyor. Yalnızlık ve sessizlik arasındaki ilişki; sessiz okuma sırasında neler olup bittiği; sahne sanatları, müzik ve sessizlik; cinsiyetçi ya da politik susturma; sırlar ve sessizlik: İnternet ve ifşa gibi temalar etrafında gezinen yazar, sessizliği elde etmenin pek de kolay olmadığını gözler önüne seriyor.

“Günümüzde sessizlik en gözde tüketim maddelerininkine rakip fiyatlarla alınıp satılan ticari bir meta haline geldi. Jane Austen Mansfield Park’ta, ‘Sessizliğin lüksünü tadalım’ diye yazar. Maalesef bu lüksün fiyatı her geçen gün tüketicilerin çoğunun gücünü aşacak şekilde artıyor.”

Çevirmen: Bihter Sabanoğlu

Müjdemi İsterim

Dünya yırtılmış kâğıt sesleriyle, tuhaf gıcırtılarla ve dinmek bilmeyen uğultularla dolu. Biz onda yerini arayan taş gibi yuvarlanmaya yaşamak diyoruz. Ondan kopup yine ona düşmeye, bu düşüşün hızına, aldığımız berelere razıyız. Dünyanın kulağımıza dolan sesiyle, içimizi çizen gıcırtısıyla, başımızı ağrıtan ağır uğultusuyla arkadaşız. Kâğıt bizim çünkü, gıcırtı da uğultu da bizden. Yalnız bilmiyor bulamayacağını yerini arayan taş.

Mert Balaban, ikinci öykü kitabı Müjdemi İsterim ile okura yeni sesler, bambaşka insanlar ve hikâyeler kazandırıyor. Bu öykülerle sahillere, çorbacılara, atölyelere, yeni ama yabancısı olmadığımız hanelere çağırıyor bizi.

“Babam olacak adam kurnazdı. Düğünden önce almış toprağı, katmış mutsuz beyliğine. Benim içimdeki kadını hesap edememiş ama. Benim içimdeki kadının, gecenin bir yarısı, yanına bir çanta bile almadan, ayağında kırk iki numara eski bir terlikle kaçıp gideceğini hesap edememiş. Övünmek gibi olmasın, bendeki yürek, şu yan masanın üzerinde duran ölü dananın yüreğinden büyüktür Bey Amca, haberin olsun.”

Mahalle

“Mahalleye alışmıştı. Gözlerinin önünde sürü sürü uzayan şu evlerin hepsinin içini biliyordu. Burada her nevi insanlar vardı. Bu mahallede yüksek tabaka, orta sınıf ve halk tabakası, tıpkı birbirleriyle karıştırılmış, mahallenin muhtelif semtlerine atılmışlardı. Yüksek ve orta tabaka yan yana yaşıyordu.”

Peyami Safa’nın “Ömer Seyfettin’le beraber ilk sayılı hikâyecilerimizden biriydi,” dediği Selahattin Enis, hemen hemen tüm eserlerinde Osmanlı İstanbul’unun son dönemlerini ele alan, toplumsal ve ahlaki çöküşü gerçekçi bir yaklaşımla kâğıda döken, Türk edebiyatının unutulan ustalarından biri. Savaş yorgunu, toparlanmaya çalışan halkın panoramasını bir mahallenin sakinleri üzerinden çıkaran Mahalle de mütareke dönemine dair en önemli metinlerden.

Rüştü cepheden dönmüştür. Döner dönmez eski evine gidip ardında bıraktığı karısı ve oğlunu bulmaya çalışır. Ama evleri yanmış, karısı ve oğlu ortadan kaybolmuştur. Koca İstanbul’da akıbetlerini öğrenebileceği kimseyi de bulamaz. Sefil vaziyetteyken ona yardım eden polisler sayesinde Beşiktaş’ta bir mahallede gece bekçiliğine başlayıp hayata tutunmaya çalışır. Aklında sevdikleri, Rüştü bu mahallede olanlara ve insanların hayatlarına şahit olmaya başlar. Her biri yıkık bir imparatorluğun farklı sınıflarını temsil eden mahalleli, mütareke dönemi İstanbul’unu ete kemiğe büründürür.

Selahattin Enis’in kaleme aldığı son eser olan Mahalle, Servet-i Fünûn’da da yazıldığı üzere “edebiyatımızda realizmin bir şaheseri olarak daima yaşayacaktır.”

Serdar Soydan’ın önsözüyle

Araba Sevdası

“Şehirlerde bulunduğu zaman en büyük zevki; sırmalı kıyafetler içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu beyin İstanbul’a geldikten sonra merakı üç şeye harcandı ki birincisi araba kullanmak; ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek; üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki ‘garson’larla Fransızca konuşmaktı.”

Tanzimat dönemi şairi, tiyatro oyunu yazarı, yeni bir edebiyat anlayışının savunucusu bir öğretmen ve romancı olan Recaizade Mahmut Ekrem’in 1896 yılında Servet-i Fünûn’da tefrika hâlinde yayımlanan ve önceki eserlerine göre realist anlayışla yazdığı Araba Sevdası romanını Ahmet Hamdi Tanpınar, “bir modanın ve muayyen iktisadi şartlar etrafında hemen bir lahzada teşekkül etmiş köksüz bir kalabalığın romanıdır,” diye tanımlamıştı.

Genç yaşta büyük bir mirasın üstüne konan paşa oğlu Bihruz Bey sefahat odaklı, yüzeysel bir hayat yaşarken, cakasını satmayı pek sevdiği arabasıyla gittiği Çamlıca’da Periveş’e kaptırır gönlünü ve bu geçmişi gizemli afetin peşindeyken her şey usul usul altüst olur.

Recaizade Mahmut Ekrem’den Araba Sevdası, edebiyatımıza kazandırdığı, ne olduğundan çok nasıl göründüğünü düşünen Bihruz Bey gibi unutulmaz bir züppe karakterle, popüler kültürden siyasete kadar pek çok alanda sık sık kullanılan bir tiplemeyi de ölümsüzleştirmiştir.

İntibah

“İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar, yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır! (Nitekim her nefesini hayatını uzatmak için alır. Yine her nefeste hayatından bir nefeslik zaman azalır!) İşte Ali Bey de bu türden olarak Çamlıca’dan uzak kalmak arzusuyla yol değiştirmeye başladı fakat her yol değiştirdikçe Çamlıca’ya daha kestirme ulaşan bir sokağa girerdi.”

Yurtseverlik ve millet gibi kavramların Türk düşünce hayatına girmesine büyük katkısı olan ve “Vatan Şairi” olarak tarihe geçen Namık Kemal, ölümsüz eseri Vatan Yahut Silistre’nin sahnelenmesinin ardından Mağusa’ya sürgüne gönderildi. İlk romanı İntibah’ı bu sürgünde kaleme alan Kemal, hem Türk halk edebiyatından hem de Romantizm akımından etkilenerek ortaya toplumsal ve psikolojik tahlillerle dolu unutulmaz bir eser çıkardı.

Zengin bir ailenin çocuğu olan Ali Bey, Çamlıca’da Mehpeyker adlı bir kadınla tanışır. Mehpeyker’in hayat tarzı nedeniyle Ali Bey’in annesi, oğlunu böyle bir kadından uzak tutmak ister ve Ali Bey’in aklını çelmek için evlerine Dilaşub adında bir kız getirir. Mehpeyker, yaşadıkları tatsızlıkların ardından Dilaşub’la ilgilenmeye başlayan Ali Bey’in karşısına tekrar çıkacak ve hem kendisinin hem de Dilaşub ile Ali Bey’in hayatı ölümcül bir şekilde altüst olacaktır.

İntibah, Türk edebiyatının ilk edebi romanı.

Nedret

“Bütün hayatının, bütün hislerinin, bütün çaresizliklerinin acısını şu dakika kendi ruhunda taşıdığı hâlde karanlık ve dikenli bir yolun ufuklarına doğru yürüyordu. Halbuki o, zavallı kadın, gözyaşlarından ibaret olan hayatını bütün izahıyla gözleri önüne dökmüş, ona bir hayatın bütün ıstıraplarıyla dolu bir kitap bırakmıştı.”

Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında karasevda temalı eserler kaleme alan ilk kadın yazar Güzide Sabri, kendi hayatında tanık olduğu kasveti ve hüznü kurguya aktarmaktaki ustalığıyla da edebiyatımızın unutulmazları arasına girmiş bir isim. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’nin devam romanı olan Nedret ise, Güzide Sabri’nin melankolik kahramanı Fikret’in kızı Nedret’in hüzünlü hikâyesini anlatıyor.

Annesinin hayatından geriye kalan parçaları bir yapboz gibi bir araya getirmeye başlayan Nedret, Kenan’la nişanlanır ve düğün tarihi giderek yaklaşır. Nedret’in önünde iki yol vardır. Biri karanlık ve ümitsiz, diğeri aydınlık ve sonsuzdur. Onun da hayatı annesininki gibi kederle mi yoğrulacaktır yoksa aşk içerisinde mesut mu olacaktır? Artık ya kalbinin sesini dinleyecek ya da çevresindeki insanlara kulak verecektir.

İki kez beyazperdeye uyarlanan Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’ndeki karasevda öyküsü, Nedret’te de aynı heyecanla devam ediyor.

İçimizdeki Şeytan

“Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı.”

Sabahattin Ali’nin önce Ulus gazetesinde tefrika edilip daha sonra 1943’te kitap hâlinde yayımlanan ikinci romanı İçimizdeki Şeytan, faşizme daha da yaklaşan 1930’lar sonrası dünyada bir tarafa iliştirilmek istenenlere dair buruk bir aşk hikâyesi ve anlatacaklarını titizlikle seçen yazarın siyasi gerilimi capcanlı olan bir diğer eseri.

1940’larda İstanbul. Postanede çalışıp üniversitede okuyan, hevesli ama tereddütleri eksik kalmayan bir genç olan Ömer bir yaz günü vapurda Macide ile karşılaşır ve âşık olur. Duygusal ama olgun da bir mizaca sahip Macide ise müzik aşkıyla Balıkesir’den İstanbul’a gelmiş, konservatuarda okuyordur. Her ne kadar niyetleri temiz olsa da bu iki genç, çevrelerindeki dünyanın içine katıldıkça bakış açıları değişecek, naiflikleri eskiyecektir.

Sabahattin Ali’nin otuzlu yaşlarının başında kaleme aldığı İçimizdeki Şeytan, aydınmış gibi yapanların sofralarındaki savruk tartışmaları ve iki âşığın yollarını nasıl şaşırabileceğini anlatıyor.

HaftaninFilmi.com’dan Filmler

Gösterimdekiler (20. hafta):
Yurt - Dormitory (2024) Alem-i Cin 5: Azap (2024) Tombul Mombul Takımı: Sırt Sırta - Combat Wombat: Back 2 Back (2024) Dünya Malı Eksi Bir (2024) Birader - Shaqow (2024) Düşmanların En İyisi - Best of Enemies (2024) Yeter Artık (2024) Eclipse (2024) Becky'nin Gazabı - The Wrath of Becky (2024) Ziyaretçiler: Bölüm 1 - The Strangers: Chapter 1 (2024) Üç Silahşörler: D'Artagnan - The Three Musketeers: D'Artagnan (2024) Hayali Arkadaşlar - Imaginary Friend (2024)
Arşivden Seçkiler:
Koleksiyoncu 2 - The Collection (2013) Son Hava Bükücü - The Last Airbender (2010) Enkaz (2017) Tabu - Towelhead (2009) Lal (2014) Çatı Katı - Loft (2011)