Melankolinin İlacı
“Bradbury’yi bu kadar geç keşfettiğime inanamıyorum. Yazdıklarını ilk defa okuyor olmak ise büyük bir heyecan!” — R. F. Kuang
“AYLARDIR SÜREN UZAY YOLCULUĞU, NOSTALJİ, YALNIZLIK…”
Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil, fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri. Bilimkurgunun “iyi edebiyat” da olabileceğini kanıtlayan belki de ilk yazar. Melankolinin İlacı ise melankoliyi, yalnızlığı ve kaybı derinlemesine işlerken aynı zamanda umut ve neşe aşılıyor.
Sonu gelmeyen bir uzay yolculuğu, uzak bir gezegenden gelen ziyaretçiler, bir çocuğun takıntı hâline getirdiği bir ejderha, kimsenin inmediği bir tren istasyonu, Venüs’te tuhaf bir gün, durmadan yağmur yağan ücra bir kasaba…
Bradbury Melankolinin İlacı’nda şairane üslubuyla birbirinden zarif ve sert öyküler anlatıyor yine.
Olağan durumlardaki olağanüstü ayrıntıları göstererek okurları ruhsal bir yolculuğa çıkarıyor Bradbury, hayatın basit anlarında saklı mucizeleri ve kaybolmuş gibi görünen hislerin yeniden bulunma ihtimalini arıyor.
Hiçlik de varlık kadar normal değil mi? Peki ya hüznün içinde mutluluk varlığını sürdürebilir mi?
Melankolinin İlacı, sıradan hayatların sıradışı hikâyeleri.
Çevirmen: Mehmet Moralı
Kasırga Mevsimi
Meksika’nın en ilgi çeken yazarlarından Fernanda Melchor, Kasırga Mevsimi romanıyla hem kendi memleketinde hem de çevrildiği pek çok dilde büyük başarılar elde etti: Almanya’da Anna Seghers Ödülü ile Haus de Kulturen Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü kazandı, İngiltere’de Uluslararası Booker Ödülü’ne aday gösterildi ve The New York Times’ın 21. Yüzyılın En İyi 100 Kitabı listesinde yer aldı.
Sıcağın insanları delirttiği, tek bir damlanın düşmediği, kasırga mevsiminin yaklaştığı günler… Başları kesilenler, gövdesi parçalara ayrılanlar, bedeni bir battaniyeye sarılıp atılanlar, plastiğe sarılmış cesetler… Bu cesetlerden biri de, sadece petrokimya endüstrisi çalışanlarına hizmet veren yol kenarı köylerinden birinde bulunuyor: Köyün kadınlarının mahrem dertlerini çözen, erkeklerin gizli tutkularını tatmin eden, hem korkulan hem de aşağılanan gizemli Cadı’nınki.
Roberto Bolaño’nun 2666’sını ya da Faulkner’ı aratmayan modernist bir üslup ve cüretkâr bir gerçekçilikle anlatılan, kan dondurucu bir cinayetin arkasındaki insan hâlleri… Eşsiz bir anlatının labirentinde köyün sırları, ahalinin yalanları, dünyanın ağrıları…
“Kasırga Mevsimi, fiziksel şiddetin ve taşranın barındırdığı düşmanlıkların çaresizliğin mikrokozmosunu oluşturduğu, yoğun ve büyüleyici bir edebi deneyim.” – MARIANA ENRIQUEZ
“Fernanda Melchor’un çok kuvvetli bir sesi var, kuvvetliden kastım kimseyi affetmeyen, yerle bir eden, öfkeyle yazan birinin sesi ve her şeyin altından kalkacak yeteneği var.” – SAMANTA SCHWEBLIN
“Gaddar, insafsız, harikulade, Kasırga Mevsimi bir Meksika köyünün şiddetli mitolojilerini soruşturuyor ve kapitalist hırsın global elektriğine nasıl temas ettiğini ortaya koyuyor. Cinsel terörizme ve örselenmiş erkeklerin terörüne dair bir inceleme. Hem sır hem de eleştiri dolu bir çalışma.” – BEN LERNER
Çevirmen: İdil Dündar
Kralların Devrilişi / Troya 3. Kitap
FANTASTİK EDEBİYATIN EN BÜYÜK İSİMLERİNDEN DAVID GEMMELL, TROYA SERİSİNİN ÜÇÜNCÜ KİTABI KRALLARIN DEVRİLİŞİ İLE ANTİK DÜNYAYI ŞİDDETLİ BİR SAVAŞLA PARÇALIYOR VE EPİK YOLCULUĞUNU SONA ERDİRİYOR.
Altın şehir Truva’nın dışındaki kanlı savaş alanında, Miken Kralı Agamemnon’a bağlı güçler toplanıyordu. Bu güçlerin arasında, efsanevi hikâye anlatıcısı ve Miken’in isteksiz müttefiki Odysseus da vardı. Odysseus, Agamemnon’un şehir surlarının ardındaki hazinenin peşinden gitmek için hiçbir şeyden vazgeçmeyeceğini biliyordu. Yakında eski dostlarına karşı ölümcül bir savaş vermek zorunda kalacağından emindi.
Hasta ve hırçın bir hâlde bekleyen Truva kralının tüm umudu iki kahramana bağlıydı: Çağının en kudretli savaşçısı olan sevgili oğlu Hektor ile eşinin Mikenlilerin ellerinde ölmesiyle korkunç bir öfkeye kapılan ve onun intikamını almak isteyen Helikaon.
Kralların Devrilişi, yüzyıllar boyunca yankılanacak bir hikâyeyi sona erdirse de kahramanları sonsuza dek yaşayacak.
“Sağlam bir kahramanlık hikâyesini takdir eden herkes, David Gemmell’ın eserlerini mutlaka okumalı.” – Time Out London
Çevirmen: Cihan Karamancı
Garip, Çok Garip
2023 baharında Tuhaf, Çok Tuhaf isimli derlemeyi yayımlarken, tuhaflıkların kurgularda sınırlı kalmasını dilemiştik. Çünkü dört bir yandan gelen görüntülerle dünyayı artık tanıyamadığımız gibi, yüzümüzdeki maskeler nedeniyle birbirimizi de tanıyamadığımız bir dönemi ardımızda bırakıyorduk. Böylesi iyi dileklere ihtiyacımız vardı. Peki, gerçekten de tuhaflıklardan kurtulabildik mi?
Geri dönüp baktığımızda, pandemi gibi bir tuhaflık –en azından şimdilik– sona ermiş görünüyor, evet, ama o günden bu yana tanıklık ettiklerimizi düşündüğümüzde tam anlamıyla bir kurtuluştan söz etmek de pek mümkün değil. Peşimizi bırakmasını beklediğimiz tuhaflıkların, belki yalnızca yerini garipliklere bıraktığını söyleyebiliriz!
Şimdi, yeni bir yılın şafağında, polisiye unsurların ağır bastığı öykülerin bir araya geldiği Garip, Çok Garip isimli bu derlemeyle bir kez daha iyi dilekte bulunalım istiyoruz. Garip olansa, bu derlemede bir araya geleceklerinden haberdar olmayan yazarların, bu derlemeye özel olarak kaleme aldıkları öykülerinin garip bağlarla birbirlerine dolanmaları…
Sarnıç
İlk defa 1939 yılında yayımlanan Sarnıç’taki öykülerde; Doğu’dan Batı’ya, taşradan şehre, sevgiden korkuya, mevsimlerden kederli evlere, amele sorunlarından şehvet ve erotizme kadar geniş bir tematik yelpaze karşılıyor okuru. İnsanları sevmeye çalışan, şehri yüreğinde koca bir sıkıntı olarak taşıyan huzursuz bir seyyah öyküden öyküye dolaşıp duruyor. Gösterişe, şöhrete yabancı olmasa da onları küçük şeylere, mütevazılığa asla yeğlemeyen alçakgönüllü bir duruş sergiliyor. Sıradan ve samimi ilişkilere adanmış sakin bir ömrü arayıp duruyor.
“Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim. […] En çok zevki kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Kayalara, dağlara, baharın ve yabani kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp küçük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Dert dinledim. Onların sefaletiyle kederlendim. Saadetleriyle coştum. Her umumi ve herkese açık yol, aşçı dükkânı, bahçe, kır benim oldu.”
Semaver
Anlatmayı arzunun ötesinde ihtiyaç olarak gören, yazıya meftun ve mecbur bir kalem Sait Faik… Sembolik bir mekân olarak bellediği yazıya sığınarak, kaleme kâğıda sarılarak gün geçiren, anlatmasa deli olacak, yazmasa nefes alamayacak bir yazı tiryakisi… Varoluş sorumluluğunu yazarak üstlenenlerden…
Yazarın ilk öykü kitabı olan Semaver’de (1936) söz konusu yazı tutkusunu görmek mümkün. Kitabın merkezinde ise “sevmek korkusu” bulunuyor. Çoğunlukla hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan muhtelif sevme girişimleri, sonraki adımları daha ürkek ve tekinsiz hâle getirse de karakterleri hiçbir zaman mutlak bir eylemsizliğe sürüklemiyor. Umut hep var!
Korkuya rağmen duvar örülmüyor bu metinlerde. Denize, adalara, balıkçılara, balıklara, serçelere, sözün özü yaşamın her türlüsüne kucak açılıyor.
“Anlaşıldı; ben bayrakları değil, insanları seviyorum. Öyleyse yuvarlak dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda ömrüm geçecek. Bandırası her ne olursa olsun aşılandığım ve ekildiğim limanda dallarımı sallayarak her geçen vapuru selamlayacağım.”