Lütfi Ömer Akad, 1949 yılında “Vurun Kahpeye” filmi ile başlayan sinema kariyerinin ilk yıllarında, o günkü Türk sinemasında henüz var olmayan sinema dilinin kurulması, oturtulması çabalarının öncüsü olmuştu. Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçişi başlatmış, kendisinden önceki sinemacılardan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış getirmişti. Hikâyeleri ele alış biçimi ve bunların işlenişindeki sadelik, Lütfi Ömer Akad’ın kendine has bir sinema dilini oluşturmasını sağlamış, kamerasını tıpkı “Yeni Gerçekçi” akıma öykünürcesine hem sokağa çıkarmış hem de hareket vermiştir. Tiyatrocu sinemacıların geliştirdiği dekor üzerine kurulu, yaşamayan hatta nefes alamayan mekân kullanımı yerine, gerçek mekân kullanımına yönelmiş, İstanbul’u en sahi, en çıplak gerçekliği ile filmlerine yerleştirmiştir.
“LÜKÜS HAYAT OH NE RAHAT”
Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman,
Nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar,
İki tane otomobil, biri açık, biri değil,
Aşçı, uşak, hizmetçiler, dolu mutfak, dolu kiler
diye devam eder, bu sözler ünlü “Lüküs Hayat” operetinde… 1933’te Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen bu operet, 1950’de Lütfi Ömer Akad tarafından Erman Film adına filme alınır. Oyunun yazarı, Ekrem Reşit Rey olarak bilinse de “Lüküs Hayat” şarkısının sözlerini Nazım Hikmet’in yazdığı düşünülmektedir. Akad’ın filmografisinde, içine İstanbul’u yerleştirdiği ilk filmi de budur. Sezer Sezin, Settar Körmükçü, Halide Pişkin ve Yaşar Nezihi Özsoy gibi oyuncuların rol aldığı bu film 1950’li yılların İstanbulu’nda Taksim, Suadiye ve Fenerbahçe’de geçiyordu. “Lüküs Hayat”, İstanbul şehri eşliğinde Türk toplumunun Batı ile yüzleşmesi ve bu çerçevede yaşanan gülünçlükleri dile getiren, iki farklı kültürün yüzleşmesinden ortaya çıkan durumun değişmezlerini anlatmaktadır. Küçük hırsızlıklarla geçinen Rıza (Settar Körmükçü) ile Fıstık’ın (Yaşar Nezihi Özsoy) girdikleri zengin köşkünde, içine düştükleri bu yeni ortam, Batılılaşma özentisinin ortasına düşmüş halktan insanların durumudur. Çelişkilerin iyice keskinleştiği yaşam biçimleri komik olaylara neden olmaktadır.
“KANUN NAMINA” TESLİM OL NAZIM USTA
Lütfi Ömer Akad, 1952’de çektiği “Kanun Namına” ile yeni ve gerçek bir İstanbul hikâyesini anlatır. Senaryosunu Osman F. Seden’in gazetelere düşmüş gerçek bir olaydan çıkardığı film, Ayhan Işık’ın yıldızının parladığı ilk yapım ve İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin Türk sinemasındaki ilk yansımasıdır. Kamera ilk kez İstanbul sokaklarına çıkmış; hikâye, özenle seçilmiş İstanbul köşelerinde en hareketlisinden sürüp gitmiştir. Film boyunca İstanbul’un tramvaylı, tenha günlerinin, Galata, Karaköy, Eminönü, Kasımpaşa, Sirkeci (özellikle Büyük Postane ve çevresi) ve Büyükada (Yörük Ali plajı) gibi köşeleri doyasıya görüntülenmiştir. Kamera ilk kez hareket halindeki bir tramvayın içinden İstanbul’u kaydetmiştir. Kısacası filmin oyuncu kadrosu yanında İstanbul şehri de önemli rollerden birini üstlenmiştir “Kanun Namına”da… Ayhan Işık’tan başka Gülistan Güzey, Muzaffer Tema, Pola Morelli, Talat Artemel, Neşe Yulaç ve Settar Körmükçü gibi dönemin en kaliteli kadrosunu bu film için bir araya getiren Kemal Film, dergilere verdiği reklamlarla da ilgi çekmiştir: “Çok büyük özenle hazırlanmış bu filmde belki kendinizi dahi göreceksiniz!”… Galatalı Nazım ustanın (Ayhan Işık) gerçek öyküsüdür “Kanun Namına”. Komşu kızı Ayten’i (Gülistan Güzey) sevmiş ama onun safahat düşkünü üvey kardeşi Nezahat’in (Neşe Yulaç) kurbanı olmuştur. Tabii sonra da elini kana bulamıştır. Nazım ile polisler arasındaki İstanbul sokaklarında (Halıcıoğlu, Kasımpaşa, Unkapanı ve Karaköy) süren kovalamaca, onun Galata’daki tamirhanesinde sona erecektir.
KASIMPAŞALI “MEYHANECİNİN KIZI”
Lütfi Ömer Akad’ın, 1957’de yazar Orhan Kemal’in bir hikâyesinden sinemaya uyarladığı “Meyhanecinin Kızı” adlı filmi daha çok baş kadın oyuncusu Sezer Sezin’in üzerine kuruludur. Sezer Sezin’e, Turan Seyfioğlu, Üftade Kimi, Ahmet Tarık Tekçe, Osman Alyanak, Kadir Savun, Faik Coşkun ve Suphi Kaner gibi dönemin sevilen oyuncularının yanında İstanbul şehri, özellikle de Kasımpaşa semti eşlik etmekteydi. Haliç kıyısının en mütevazı, en masum ve en şirin köşelerinden birindeydi Lütfi Ömer Akad’ın meyhanesi. Film, Haliç kıyılarında seyreden küçük bir mavnada seyahat eden, hapisten yeni çıkmış Ali’nin kıyılara hasretle yönelen bakışlarıyla başlar. Mavna, Kasımpaşa iskelesine ağır ağır yanaşırken, Haliç’in doyumsuz kıyıları ve değişen İstanbul’un belki de en acı belgesi olarak durmaktadır bu görüntüler… Hapisten yeni çıkan Ali (Turan Seyfioğlu), bir akşam arkadaşı Selim (Kadir Savun) ile gittikleri Viran Kazım’ın (Osman Alyanak) meyhanesinde, onun kızı Zehra (Sezer Sezin) ile tanışır ve kendisinden hoşlanır. Film bu çerçeve üzerinde sürüp giderken, fotoğraf direktörü Yoakim Filmeridis’in kamerası eski Kasımpaşa semtinin kimi kesme taşlı kimi bozuk sokaklarında ve tersaneler bölgesinde gezinir durur.
“YALNIZLAR RIHTIMI”
Martılar çığlık çığlığa her akşam,
Bir büyük rüzgâr dağıtır şarkılarımı,
İçim boş, gemiler boş, nereye baksam ölüm gibi susar, yalnızlar rıhtımı…
Lütfi Ömer Akad’ın 1959’da çektiği “Yalnızlar Rıhtımı” adlı filminde, Galata barlarının yıldızı Kontes Güner’in hüzünlü bakışları altında seslendirdiği bu şarkı, şiirsel bir dünyanın takdimini yapar âdeta… Senaryosu, Fransız Şiirsel Gerçekçilik akımından bolca etkilenen Ali Kaptanoğlu ya da bilinen adıyla Attila İlhan tarafından yazılmıştır. Müzikleri sonraki yılların ünlü yapımcı-yönetmeni olacak olan Hulki Saner’in elinden çıkmıştır. İpekçi Kardeşler adına çekilen filmde Sadri Alışık, Çolpan İlhan, Turgut Özatay, Melahat İçli, Osman Alyanak, Sadettin Erbil, Kamuran Yüce, Kemal Edige ve Ahmet Tarık Tekçe gibi oyuncular bir araya gelmiştir. Bugün Lütfi Ömer Akad sineması denilince akla gelen ilk filmlerdendir “Yalnızlar Rıhtımı”… Filmde anlatılan, mutsuz ve zayıf karakterli bir bar şarkıcısı olan “Kontes” lakaplı Güner (Çolpan İlhan) ile uzak deniz kaptanı, mutsuz ve yalnız Rıdvan’ın (Sadri Alışık) sonu hüzünle biten aşklarının öyküsüdür. Fotoğraf direktörü Yoakim Filmeridis’in iç sahnelerde kullandığı aydınlatma çalışması ile Lütfi Ömer Akad’ın abartısız, uzun ve tek planlı sahneleri, “Yalnızlar Rıhtımı”nı dönemin Türk sineması ürünlerine çok da tahammül gösteremeyen eleştirmenlerin karşısına iftiharla çıkaracaktır. İstanbul’un Sirkeci’den başlayarak Galata köprüsü, Eminönü, Süleymaniye Camii ve Unkapanı’na kadar uzanan kıyı çizgisinin, Haliç’e vuran sisli, puslu silueti, Arnavut kaldırımlı Karaköy sokakları ve özellikle Galata rıhtımındaki son sahnelerin yağmurlu görüntüleri filmin en unutulmazları olarak her zaman anılacaktır. Sirkeci’deki, günümüzde yerinde yeller esen, bir dönemin en uğrak otelleri Pozan Palas ve Lozan Palas dönemin İstanbul’undan silik bir hatıra olarak kalmıştır.
“YANGIN OLUR BİZ YANGINA GİDERİZ”
Lütfi Ömer Akad’ın 1959’da çektiği “Yangın Var” işte bu eski İstanbul türküsüyle başlar. Tipik bir İstanbul filmidir “Yangın Var”… fakat bir farkla; buradaki İstanbul eski Osmanlının başkenti olan İstanbul’dur. Hani kimi kesme taşlı, kimi Arnavut kaldırımlı sokaklara dizilmiş bahçeli ahşap konaklarıyla, çifte atlı faytonlarıyla, fesli feraceli hanımları, redingotlu beyleriyle, Göksu sefalarıyla dillere destan olan, o eski Osmanlı İstanbulu… Lütfi Ömer Akad filmleri içinde esas oğlan ve esas kızdan sonra üçüncü büyük rol, İstanbul şehrine verilmiş gibidir bu filmde… Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden çıkmış ünlü bir romanın sinema uyarlamasıdır “Yangın Var”… Eski İstanbul tulumbacıları üzerine kurulu tek filmdir Türk sinemasında. Haykırışlar arasında yangınlara koşan tulumbacıların reisidir, Murat reis (Ayhan Işık). Kabadayılık, efendilik ve sportmenlik simgesidir tulumbacı takımı reisliği. Fakat Kadırgalıların bir rakibi vardır: Mevlanakapılılar… Onların reisi de Yalaza Nuri (Turgut Özatay) adında başka bir bıçkın. Her iki grup da Beyazıt kulesinden gelecek yangın ihbarına ilk gitmenin derdinde… Bir gün Cibali’de Yemenili Sokak’ta Hilmi Paşa’nın (Hulusi Kentmen) konağında bir yangın çıkar. İki tulumba takımı için eski İstanbul sokaklarında (Kadırga, Süleymaniye, Küçükpazar ve Unkapanı) bir yarış başlar. Yangın yerine ilk Kadırgalılar gelir. Murat reis yangını söndürürken başka bir yangının içinde buluverir kendisini: Gönül yangını… Paşa kızı Müjgan’dır (Leyla Sayar) bu yangının sebebi… Osmanlı İstanbulu’nda yaşanan kabadayılık, efendilik, centilmenlik, ahlâk anlayışı ve aşk-u sevda, ince ince işlenmiştir “Yangın Var” da.
“ÜÇ TEKERLEKLİ BİSİKLET”
Lütfi Ömer Akad’ın 1962’de çekmeye başladığı “Üç Tekerlekli Bisiklet”, Orhan Kemal’in Sokakların Çocuğu adlı romanından Hüsamettin Gönenli ya da bilinen adıyla Vedat Türkali’nin senaryosu üzerine kuruluydu. Fakat filmin başrol oyuncusu ve dönemin yıldız ismi Ayhan Işık’ın bu film için verdiği çalışma günü bitince, eser yarım kalmış ve Lütfi Ömer Akad filmden kopmuştur. Bir süre sonra yerine Memduh Ün girer ve film biter. Ayhan Işık’tan başka Sezer Sezin, Reha Yurdakul, Sadettin Erbil, Senih Orkan, Muazzez Arçay, Osman Alyanak ve Ayla Kaya gibi oyuncuların yer aldığı film, İstanbul’un o güne kadar sinemada hiç kullanılmayan bir semtinde, Zeytinburnu ve çevresinde çekilmiştir. 1960’lı yılların hızlı göç günlerinde ortaya çıkan bu semt, tüm sıradanlığıyla yer alır filmde. Derme çatma gecekondular ve fakir insanlar… Lütfi Ömer Akad, çekim planlarını en ince detaylarına kadar kendi elleriyle çizmiş, iç mekândaki her dekor ve aksesuarı elleriyle yerleştirmiştir. Filmlerinde sık kullandığı “kıstırılmış adam” teması burada had safhaya çıkmış, işin içine bir de psikolojik olarak “kıstırılmış kadın” eklenmiştir. Filme böyle bakıldığında bir kenar mahalle hikâyesidir. Film, yaralı ve kaçak Ali’nin (Ayhan Işık), tek çocuğu ile yaşayan çamaşırcı dul kadın Hacer’in (Sezer Sezin) evine zorla girip saklanması ile başlar. Zeytinburnu’nun kıyısındaki mahallede yaşayanlar, komşuluk ve hemşerilik ilişkileri, Almanya’ya gitme derdindeki işsiz insanlar, kahvehane kültürü ve fakirlik, Çetin Gürtop ve Mustafa Yılmaz’ın kameralarıyla kayda alınmış her biri birer belge niteliğinde görüntülerdir.
LÜTFİ Ö. AKAD’IN İSTANBUL VE AŞK ÜÇLEMESİ:
“VESİKALI YARİM”, “KADER BÖYLE İSTEDİ” VE “SENİNLE ÖLMEK İSTİYORUM”
Her ne kadar yönetmenin kendisi bir İstanbul üçlemesi olarak adlandırmasa da “Vesikalı Yarim”, “Kader Böyle İstedi” ve “Seninle Ölmek İstiyorum” filmleri, genel olarak İstanbul şehrinin farklı köşelerinden umutsuz aşk öykülerini anlatır. 1968’de çekilen “Vesikalı Yarim”, büyük şair Orhan Veli’nin “Tahattur” adlı şiirinin finalinden almıştır ismini… Safa Önal’ın yazdığı senaryo, Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” adlı hikâyesinden esinlenmiştir. Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın başrollerini paylaştığı çalışma, Türk sinemasının unutulmaz filmlerinden biri olarak kabul edilir. Halil (İzzet Günay), Kocamustafapaşa’da manavlık yaparak yaşayan evli bir adamdır. Arkadaşlarıyla eğlenmek için Beyoğlu’na çıkar. Yolları ünlü Çağlayan Saz’a düşer. Burada karşılarına Sabiha (Türkan Şoray) adlı bir kadın çıkar. Halil ile Sabiha arasında tutku dolu bir aşk başlar. Filmde küçük ama gönlü büyük insanların davranışları yorumlanmış, mekân kullanma, ölçülü duygusallık ve fedakârlığın küçük ama etkili hali vurgulanmıştır. Ayrıca Ali Uğur’un kamerasından İstanbul şehri, filmin içine olabildiğince etkili ve abartısız şekilde yerleştirilmiştir. Beyoğlu, Tarlabaşı, Tepebaşı, Beşiktaş Balık Pazarı, Dolmabahçe, Topağacı ve Belgrad Ormanı… Film içinde bir İstanbul gezisine çıkar seyirci. Aynı yıl çekilen “Kader Böyle İstedi”, küçük, derli toplu bir İstanbul filmidir. Ahmet (İzzet Günay) adlı kendi halinde bir dolmuş şoförüyle, Nilüfer (Nilüfer Koçyiğit) adlı çok zengin bir aile kızının umutsuz ve acı bir sonla biten aşklarının öyküsüdür anlatılan. Sade ve sahici bir aşk ve fonda İstanbul… Bu kez İstanbul üzerinde dolaşan kameranın sahibi Mike Rafaelyan’dır. Yağmurlu, puslu, sisli havalarda çekilen Bayazıt meydanı, Eminönü, Beşiktaş, Boğaziçi, Sarıyer görüntüleri filmin dokusuna son derece sağlam bir destek sunar. 1969’da çekilen “Seninle Ölmek İstiyorum”da Selma (Türkan Şoray), milyoner Rıza (Cahit Irgat) ile evli olmasına rağmen mutluluğun uzağında bir kadındır. Nihat (İzzet Günay) adlı mühendis bir gençle tanışınca umutsuz bir aşk başlar. Biri mutsuz, diğeri yalnız iki insan, onları anlamayan insanlar tarafından âdeta birbirlerine itilirler. Bu kez İstanbul üzerinde Gani Turanlı’nın kamerası gezinir.
LÜTFİ ÖMER AKAD’IN İSTANBUL VE GÖÇ ÜÇLEMESİ: “GELİN”, “DÜĞÜN”, “DİYET”
Lütfi Ömer Akad’ın 1973-1974 yıllarında Erman Film adına çektiği bu üç film, bir göç üçlemesi olarak Türk sinema tarihindeki yerini almıştır. “Taşı toprağı altın” denilerek, yerini yurdunu geride bırakıp yeni hayatlara pencere açmak isteyen insanların Haydarpaşa Garı’nda başlayan İstanbul serüvenleri aslında 1950’lere kadar uzanmaktadır. 1970’lere gelindiğinde, artık “gecekondu” denilen ve yalnızca bu insanların yaşadığı derme çatma kenar mahalleler kurulmuştur İstanbul’un kıyısında bucağında… Lütfi Ömer Akad, bu insanların İstanbul’da var olma savaşlarına çevirmiştir kamerasını…“Gelin”de konu edilen aile Yozgat, Sorgunlu’dur. “Düğün”de Şanlıurfalı, “Diyet”te ise Afyonlu… Üçlemenin tamamının hikâye birliği içinde olmasına rağmen, üç filmde de ağırlık kadın kahramanın üzerindedir. Meryem gelin, Zelha bacı ve işçi kız Hacer tiplemeleri Hülya Koçyiğit üzerinden işlenmiştir. “Gelin”, trenin Haydarpaşa Garı’na gelmesiyle başlar. Yozgat, Sorgunlu Hacı İlyas’ın oğlu Veli, gelini Meryem ve küçük oğulları Osman da İstanbul’a gelmiştir. Aile önceden gelmiş, bir kenar mahallede bakkal dükkânı açmış ve kök salmaya niyetlenmiştir. Amaç İstanbul’un merkezine yürümek, büyümektir. Aslında istenen büyümek değil, değişmektir ama bedeli ağırdır. Ailenin yaşadığı yer, Mecidiyeköy’ün aşağılarında bir mahallede, dükkân ve çevresi ise Kemerburgaz’da çekilir. Filmde ayrıca Haydarpaşa Garı, Karaköy vapuru, Eyüp ve çevresi de görüntülenir. “Düğün”de Şanlıurfa’dan İstanbul’a göçmüş Zeliha, Cemile ve Habibe adında üçü kız, Halil, İbrahim ve Yusuf adında üçü erkek altı kardeşin öyküsü vardır. Zelha, tüm kardeşlerinin annesi gibidir ve bu yüzden Şanlıurfa’daki nişanlısı Ferhat’ı bırakıp İstanbul’a gelmiştir. Fakat İstanbul’da var olmak bu altı kardeşe de bedel ödetecektir. “Düğün”de kullanılan mekânlar yine Kemerburgaz ve Eyüp çevresindedir. Ayrıca Sirkeci sahil yolu, Eminönü gibi İstanbul’un kalabalık mekânları da filmde yer alır. Göç üçlemesinin son filmi “Diyet”te ise, Afyon’dan kopup babası Yusuf ile İstanbul’a gelen ve iki küçük çocuğuyla terk edilen fabrika işçisi Hacer’in öyküsü anlatılır. Hacer, çalıştığı cıvata fabrikasında hemşerisi Hasan ile tanışır ve onunla evlenir. Fakat fabrika sendikaya üye olanlarla olmayanlar arasındaki sürtüşmeye sahne olmaktadır. Hacer sendikadan yanadır ama Hasan asla… Bu karşı duruşun acı bir bedeli olacaktır. “Diyet” Gayrettepe, Mecidiyeköy ve çevresinde çekilir. Filmde ayrıca Valikonağı Caddesi ve Nişantaşı da yer alır.
Lütfi Ömer Akad filmlerinde İstanbul genel anlamda, dramatik yapının elverdiği ölçüde ve ölçülü bir seyir izlemiştir. Akad için, İstanbul’un özel anlamlar yüklenmiş ve bunu takip eden özel bir kullanımı olmamıştır. Üstelik buraya kadar, onun filmlerinden yaptığımız seçkide anlattığımız İstanbul, romantik bir şehir de değildir. Akad’ın kamerası kimi zaman eleştirel bakmış, kimi zaman da duygusal yaklaşmıştır İstanbul’a… Ama çoğu zaman apaçık bir gerçek olarak yerleştirmiştir filmlerine…
Sinema Tarihçisi
Ali Can SEKMEÇ