Çok büyük bir ideolojidir aşk

Saklı Hayatlar filminin yönetmeni Ahmet Haluk Ünal ve oyuncusu Ahmet Mümtaz Taylan filmlerinin Alevi’lerin yaşadığı dramatik olayları anlattığı kadar hayatın da kendisini tasvir ettiğini söylediler.

Saklı Hayatlar filmi Türk sinemasının çok da görmediği bir konuyu işliyor. 1980 yıllarında Çorum’da yaşanan katliam ve karışıklığın vurduğu Alevi toplumunun genel itibariyle yaşadığı sıkıntılar filmin odağında yer alıyor. Bir Alevi kız ile Sünni gencin imkansız aşklarından yola çıkan filmde yönetmen Ahmet Haluk Ünal ile Ahmet Mümtaz Taylan evrensel bir çok derdi işlemişler. Özellikle aşk duygusunun bütün ideolojileri kapsadığını çünkü özünde çatkışma olduğunu söylerler. Böylesi bir aşkın en siyasi olan filmde bile baskın olmasını normal karşılamak lazım. İki sinema ve sanat adamı çok önemli konularda cesaretli yorumlyar yaptılar. Tam da sinema endüstrimizin ihtiyacı olan şey buydu. İşte bu önemli röportaj…

Proje nasıl ortaya çıktı?

Ahmet Haluk Ünal: Projenin yapımcısı ve ortağım olan Serpil’le kendimize ait bir film  yapmak istedik.  Kararını verdiğimiz andan itibaren hikaye bakmaya başladık. Çekmeceleri tekrar boşaltıp önümüze koyduk.  Serpil’in yazdığı bir hikaye vardı o çok etkiledi bizi, onun üzerine gitmek istedik. Kültür Bakanlığı’na başvurduk 22 ay gibi bir süre sonunda 200 bin TL’lik bir destek verdiler, yeterli bütçeyi sağlamak için  başladık kapıları çalmaya çok ortaklı ve her ortağın belli küçük katkılar yaptığı iş modeli oluşturmaya çalıştık ve önemlisi de ya acaba bu çekim teknolojisini ve post prodüksiyon  hizmetini ortak olarak alabilırmiyiz diye düşünürken  iki tane profesyonel şirket bize bu konuda destek verdiler, jenerikte de isimleri  vardır. Öyle olunca biz artık sete çıkabilecek bir duruma gelmiş olduk. En iyi castı yaptığımızı düşünüyorum. Bir tek baba konusunda, hani kim olur, kim bu rolün çok iyi hakkını verebilir noktasında hemen gidip Ahmet’e önerdim rolü. O da sağolsun senayoyu okudu ve geldi hemen tamam dedi. Beraber bugünlere geldik.

Toplumun kırılma  noktalarını  fazla öne çıkaran filmleri pek göremiyoruz. Senaryoyu okuduğunuzda ilk ne hissettiniz?

Ahmet Mümtaz Taylan: Şimdi bir oyuncu olarak benim kendi reflekslerim vardır, her oyuncunun vardır. Rolün ağırlığından ya da özgül ağırlığından önce hani önce bir meselesi olup olmadığına bakıyorsun. “Bütün oynadığın filmlerin bir meselesi mi vardı?” diye soracak olsanız, evet bazılarının yoktu. Kendince daha light meseleli  filmlerde de oynadım. Profesyonel oyuncu olarak proje Ahmet Haluk Önal gibi birisinden gelirse, orada muhakkak bir maksat vardır, bir derdi vardır. Onun için böyle bir belaya girmiştir. Onu paylaşamıyacaksanız orada bulunmak bir katkı sağlamaz bu tür bir işte. Gerçekten katkı sağlayacağınıza inanıyorsanız bulunmanız gerekir. Tabi ki meseleyi paylaşmamak mümkün değildi. Dediğiniz gibi Türkiye’nin kırılma noktalarından biri. Bizim ötekilerimizden bazılarının hikayesi, yani bir yurttaş olarak ta, bir oyuncu olarak ta benim içinde olduğum, bana dokunan, benim de meselem olan ya da o meselenin parçası olarak hissettiğim bir şeydi. Düşündüm ama uzatmadan Ahmet’e evet dedim. Bir kere bağımsız film çekmenin zorluklarını bilen bu konuya aşina olan birisiyim. Bu ülkede bağımsız bir film çekmek zordur. O bakımdan bir yurttaş olarak görev gibi düşündüm. En önemlisi sizi cezbetmesi gerekir. Bu projede de küçümsenmeyecek bir rol vardı. Oyunculukta ister istemez bir meydan okuma kriteri vardır. Evet bu benim üstünde düşüneceğim bana ders olabilecek hani ders çalışmamı gerektirebilecek bir roldü. O bakımdan da cazipti. Zeki bir senaryo idi. Çorum olaylarına deyinmek ya da o yılların ruhuna ilşkin bir şey yapmak istiyorsanız büyük bir prodüksiyon ilk akla gelir. Yanmış, yıkılmış, öldürme, katliam var. Büyük bir toplumsal hezeyan var orda. Bu kadar geniş ölçekli, bu kadar prodüksiyon açısından zor olan bir işi bir ahşap evin iki katına sığdırabilecek bir konsepti yaratmak çok zekiceydi. 35 kişiyle bu meseleyi iki katlı ahşap bir evin içine sokabilmek inanılmaz bir başarıydı. Sıkı bir öngörü, bir beceri,  yüksek bir işçilik vardı. İşçilik küçümsenecek bir şey değildir. İşçiliği çok yüksek bir senaryoydu, zeki bir senaryoydu. Böyle bir şeyin dışında olmayı düşünmedim tabii ki.

Filmin bütün öyküsünün buluştuğu bir karakter Ahmet Bey’in karakteri. Rolü aldığınızda sizin yorumunuz burada ne kadardı? Senaryo ile nasıl buluştunuz, biraz da bunları öğrenmek istiyorum?

Ahmet Mümtaz Taylan: Önce çok yorum için alan bırakan bir şey yoktu ortada işçiliği dışında ruhu, mantığı bakımından çok açıktı.  Bir emekli polis var, işte Türkiye’nin sosyal, siyasal yaşantısına uzun zaman figür olmuş bir kafa yapısına sahip. Belli ön yargılarla bilgi sahibi olmasa da fikir sahibi olan, empoze edilmiş olan yargıları taşıyan bir adamdı. Sosyal, siyasal hayatın ferde yüklediği deformasyonları almış birisiydi. Bunun yanı sıra  karakteri karikatür olmaktan kurtaran çok iyi tanımlanmış anlatılmış bir yönü vardı. Neydi babaydı… Bir erkek çocuğu kendi başına, kendince ite köpeğe yem etmemiş, çocuğunu mühendis çıkacak diye okutmuş etmiş bir adam. Kendine göre normlara uygun formel bir biçimde çocuğunu topluma yararlı vatanına, milletine faydalı bir evlat yetiştirmiş olmanın rahatlığı güveni, dikkati ve tedirginliği içerisinde bir karakter olması onu karikatür olmaktan da kurtarıyordu. Aleviler’e ve solculara karşı ön yargılı toplumda egemen zihniyetin sakıncalarını saymış,  kabul etmiş ve bu konuda bir itirazı olmayan hatta  buna yıllarca hizmet etmiş bir eski emniyet mensubuydu; dolayısı ile benim anlama bakımından bir zorluğum olmadı, her şeyi gayet açık net bir şekilde anladım. Bir oyuncunun işi karakterin içine düştüğü durum, tavır  ve düşüncesinin yarattığı sonuçlar ne olursa olsun bir oyuncunun işi o karakteri savunmaktır. Ben Tevfik karakterini savunmakla sorumluydum  ve sonuna kadar savunmaya dikkat ettim. İyi savunmaya çalıştım, iyi savunmuşum galiba öyle diyorlar yani.

Birçok proje içinden bu projeyi seçmenizin sebebi neydi?

Ahmet Haluk Ünal: İki tane çok önemli sebebi var. Bizim elimizdeki senaryoların hepsinin bir meselesi var ve çoğunluklada  kimlik meselesine konsantre olmuş öyküler. Daha önceki hikayelelerimde de, yani senaryolalarımda da, romanımda da bakarsanız hep bu kimlik meselesi çok belirgindir. Baba ve oğul çatışmaları önemli yer tutar. Bu Esrarlı Gözler’de de Müslüm babayı bıçaklayan hayranı ve kendi hapisten çıkmış olan babası üçgeninde ki bir hikayedir. Martılar ve İstanbul öyledir. Bu hakeza öyle ama tabi bir fark vardır. Benim kalemim çok pahalı bir kalem,  ucuz yazmayı beceremedim. Bu şu ana kadar önümüze gelen, çekmeceden çıkan çalışmaların içinde en küçük bütçe ile yapılabilir olanıydı. O bile yine küçük bütçeli anladığımız anlamda bir şey olmaktan çıktı orta bütçeyi bulduk. Ama gözümüz kesti. Dolayısıyla yani belki en önemli birinci madde bizim bulabilceğimiz bir paraya yapılabilir bir şey olduğunu düşünmemizdi. Saklı Hayatlar filminin kredisi diğer projelerimizi de yapmamızı sağlar diye düşünüyoruz. Çoğunluğu kimilik hikayeleri ve bu toplumda kanayan yaralara ait hikayeler. Zaten başka bir şeyde anlatmayız. Sanatın kadim geleneğinde insana dair çok temel bir soru sormuyorsa bir eser sanatın bir kere alanına girmez. Biz de buna sadakat gösterme taraflısıyız. Sağolsun senaryonun zekasına bir kredi açtı Ahmet ama burada ben mesela birşeyin daha altını çizilmesini isterim. Ben 16 yaşından beri sanatla ilgiliyim. Filmde ki o fotoğrafçı çocuklar benim hayatımın önemli bir kısmından örneklemedir. Benden ve arkadaşlarımdan çok şey var orda,  tiyatro, nihayet yazarlık ve sinema…Şimdi ben bu filmde bütün serüvenimi temize çektim diye düşüyorum. Bu 7.sanat bütün dilleri konuşmak zorunda olduğumuz bir sanat, roman gibi değil. Dolayısıyla da estetik disipliniyle de çok akıl yürüttüm ve son 10 yıldır şöyle bir şeye inanmaya başladım yeniden bir estetik kuramını disiplinini kurmamız lazım sanat alanında ve bunun merkezinde de feministlerin meşhur önermesi “Özel olan politiktir” yatmalı. Bu çok kurucu bir cümle diye düşündüm. Dolayısıyla da o küçücük mekana Çorum’da ne oldu sorusunu,  12 Eylül de ne oldu, sorusunun cevabını sokmama imkan veren bakış açısının altını ben çizmeyi tercih ederim. O pencereden bakmasaydım sığmazdı. Burada çok büyük bir mesele var. O babayla oğul arasında  Çorum tekrar vücut buluyorsa, 12 Eylül vücut buluyorsa, o ev bizim Türkiye mecazımız oldu.

Ahmet Mümtaz Taylan:Evet benim zeki bulduğum şeyde bu zaten.

Ahmet Haluk Ünal: Eyvallah… Tabi Ahmet’in sonuçta yönetmen tarafı, senaryoyu bütünlükte okuma yeteneği ona başka bir avantaj sağlıyor.

İnsanların filmden etkilenmesinin en büyük sebeplerinden bir tanesi de karakterlerin her birinin, en haksızının bile kendi içinde bir haklılığının olması.

Ahmet Haluk Ünal: Burada bir bakış açısı, bir perspektife, bir kredi açmak istiyorum. Şimdi ben bu estetik bakış açısında iyi yada kötünün mutlak olmadığı, herkesin aynı anda iyi ve kötü olabildiğini, iyilik ve kötülüğün nasıl ortaya çıkabildiğine dair bir merak üzerine yazan bir yazar olmaya çalışıyorum. İnsanın sınırlarını merak ediyorum; diyalektik her şeyin zıttına kendi zıttına dönüşerek ilerler. Bizlerde öyleyiz; hayat böyle. Benim karakterlerimin hepsi zıttına dönüşen karakterlerdir.

Bu filmi alevi topluluğuna gösterdiniz mi? Özel bir gösterim oldumu?

Ahmet Haluk Ünal: Özel bir gösterim olmadı ama Alevi topluluğundan çok seyreden oldu. Bizi gişe miktarı içerisinde onların gençleri tutuyor. Bizim bir facebook sayfamız var saklı hayatlar fılm diye. 6 bin takipçimiz var. Bunların oranlarına baktığıda 18 işle 35 yaş arası kadınların önemli bir kesimi alevi gençleri oluşturuyor. Çok yüksek bir teveccüh aldık. Ben bu senaryoyu yazdığımda alevi topluluğunu iyi tanıdığımı düşünüyordum, yolda öğrendiğim şeyler beni de şaşkına düşürdü. Ne kadar çok şey görmediğimi, bilmediğimi fark ettim. Şiddet dediğimiz ön yargının yarattığı  ayrımcılığın  nasıl çalıştığına dair şöyle bir örnek vermek istiyorum;  Alevi ve Sünni komşular birbirlerini çok seviyorlar, çok ahbaplar. Aralarında hiç bu konu deklere edilmemiş, sünniler  biliyorlar komşularının alevi olduklarını, üzerinde durmamışlar. Sünni ailenin evinde ölüm olayı oluyor, yemek yapıp alevi komşu götürüyor. Tesadüf alevi olan aile götürdüğü  yemeği çöpte görüyor. Bu bir şiddetir, yerini hiç bir şey alamaz, bu korkunç bir şeydir. Tarif edilemez, belki gösterilebilir. Doğrudan işkenceden farklı bir şey değildir.   Eminim ki bütün Ermeniler, Yahudiler, hatta eşcinseller de hissetti. Bu şiddet biçimi toplumda çok yaygın. Bu bir tür ırkçılık ve bu tarz da Türkiye’de çok yaygın.

Hep ne deriz biz Anadolu farklı kültürlerin mozaiğidir, bu mozaik içinde görebildiğimiz kadarıyla inanılmaz çatışmalar tarihi var.  Türkiye’de bir oyuncu olarak bütün bu çatışmalar tarihi içinde size gelen senaryolarda bunları anlatan heralde çok azdır. Bunu neye yoruyorsunuz? Ve bu durum sizin sanatçı kişiliğinizi nasıl etkiliyor?

Ahmet Mümtaz Taylan: Benim üzerimde yarattığı travma bu gizliliğin, bu tuhaf örtüklüğün bir tür kabahati örtme gibi bir tutumu oyuncu olarak değilde öncelikle yurttaş olarak bende yarattığı bir tramva var. Çünkü bir televizyon programında moderatör bana şunu sordu “buna bir siyasal bir film diyebilirmiyiz?” Ben de dedim ki ”Bu bir aşk filmi.” Şaşırdı çünkü hani daha kabadayı şeyler istiyor insanlar. Moderatör arkadaşın kişiliğine yönelik demiyorum ama sıkı çoğunluk daha kabadayı şeyler duymak istiyor. Hayır benim için bu bir aşk filmiydi, aşk zaten ideolojik birşeydir, kökü dışarıda bir şeydir. Çok normlara, formlara, egemenin aklına falan riayet eden birşey değildir. Daha asi bir şeydir, kendine göre kuralları vardır. O kuralları değiştirmeye, onunla mücadele etmeye başladığınız zaman bir süre sonra onun esiri olduğunuzu anlarsınız. Güçlü bir şeydir.  Çok büyük bir ideolojidir aşk. Yani burada da çok çeşitli aşklar var. Bu film temelde tutku ve aşk üstüne kurgudur. Biz bu filmde Alevi, Sünni çatışmasını anlattık demek filme de haksızlık olur. Öyle bir şey değil. Daha üst bir tartışma, aşk kimlik meselesidir. Aynı zamanda kendisi kimlik sorunun bir parçasıdır. Türkiye’de bir çok konuda ağır tramvalar yaşıyoruz. Meselelerin kendisinden ziyade tartışmaya açık olmaması, bir biçimde kişisel tarihimizden gücünü alan bir otosansür var. Eşcinseller hakkında konuşmamalıyız, 12 Eylül’de birden bire ortadan kaybolan o güzel ağabeyler ve ablalar hakkında çok fazla konuşmamalıyız, Kürtler hakkında fazlaca konuşmamalıyız , Ermeniler rumlar vs… Bir şekilde açıkça yasaklanmış, konuşulması yasak olan şeyler kitapta yazıyor. Bir de onların dışında kitapta yazılı olmayanlar, kurallar var ülkede. O kuralları ayakta tutan aslında toplumun kendisi. Evet egemenler tarafından bir şekilde dikta ettirilmiş, gelenekselleşmiş, konuşulmaması gereken konular aslında toplumun kendisi tarafından ayakta tutuluyor. Bir günde yıkılası şeyler değil bunlar.

Problem şu ki bu sizin dedikleriniz kendini bilen her vatandaşın dert edineceği şeyler ama siz sanatçısınız sanatçı olarak üretememek daha ağır bir sorumluluk, daha ağır bir travma değil mi?

Ahmet Mümtaz Taylan: O konuda biraz daha şanslıyım. Ahmet’in filminde bu meseleye değinen bir şeyin parçası olma şansım oluyor. Otuz küsür filmde de oynadım, dizilerde var. Bu işlerle biraz kolonya serpiyoruz, ilacı kolonya olmayan bu hastalığa… Galiba olabilecek en geniş kitlelerle, en geniş ölçüde bunları konuşmak, belleğimizi  taze tutmak, hatırlamak, bilmediğimiz şeyleri öğrenmek, bilmeyenlere anlatmak ta bir çözümdür. Benim 12 yaşında bir kızım var. Bu ülkede tek bir etnik kökenden gelen insanların yaşamadığını, bu toprakların sosyolojik açıdan bir mozaik olduğunu biliyor. Ben bunları anlatıyorum, anlatmaya çalışıyorum. Birikiminin donamının aklının alabileceği kadarıyla yavaş yavaş gelişeceğini söylüyorum.  Bu ülkede sakıncalı görülmeyen etnik kökene sahip bir yurttaş olarak bunları kızıma anlatmaya çalışıyorum. Mesele unutmamak, unutturmamak ve bugün gerçekten omuz omuza yan yana kalp kalbe yaşamanın bir çaresinden söz edildiği zaman ona kayıtsız kalmayıp, onu duymazdan gelmeyip yanında olmaya çalışıyorum. Çoğu zaman ideolojime ters görünen bir odaktan bile gelse çözüm önerisi kulak kabartıyorum. Ne yapabileceğime bakıyorum, desteklemeye gayret ediyorum. Eleştirilmeyi göze alarak hatta hiç aldırmayarak bu ülkede yaşayan tüm yurttaşlarla en genç anlamda yan yana durmaya çalışıyorum. Bana iyi gelen şey bu… Bir çözüm mü? Bilmiyorum ama bir sorunun parçası olduğum kadar bir çözümünde parçası olmaya yurttaş ve oyuncu olarak dikkat ediyorum. Travmanızı azaltıyor mu derseniz benim travmam değil. Gerçekten travmaya uğrayanların ferahlaması lazım. Bu ülkede paylarına düşen acıyı fazlasıyla çekmiş olanlar var. Bizim vicdani sorumluluğumuz var. Yani bunu gözlemlemiş, okumuş, duymuş insanlar olarak sorumluluğumuz kayıtsız kalmamak ve yan yana olmak, beraber yaşama kültürünü geliştirecek her türlü şeyin içinde olmak, benim bu filminde olma nedenlerimden biri de doğal olarak bu…

İçerik olarak  Türkiye’nin toplum içinde bukadar önemli bir filmini  kaç kopya ile  girdiniz?

Ahmet Haluk Ünal:25 kopya ile girdik.

25 kopya girmenizin sebebi maddi sebepler mi? İlk önce bunu öğrenmek isterim…

Ahmet Haluk Ünal: Şimdi aslında iki sebep var. Bir kısmını maddi sebep oluşturuyor bir kısmını da salon sahiplerinin bu filmi algılayış biçimleri. Bu filmlerin ticari bir film olarak algılanmaması dağıtımcıların elini kolunu bağlayan bir duruma dönüşüyor. Yoksa bizim dağıtımcımızda asgari 40, azami 100 kopya gibi bir öngörümüzde vardı, kontratımızda böyleydi. Ama  dağıtımcının bize önerisi 25 kopya oldu. Dağıtımcının bu filme yaptığı destek çok hayatidir ve çok mutlu olduğumuz bir dağıtımcımızdır. İyi ki daha ilk filmde karşımıza bu arkadaşlar çıktılar. O açıdan iyi niyetlerini ve çabalarını da biliyorum. Onlarla ilgili bir sorun olmadığına inanıyorum. Seyirciden de bize çok mailler geldi, “hiç duyurmadınız, yoksunuz” diye. Ama tabi bizim eğer mali gücümüz olsaydı, güçlü bir tanıtım ve dağıtım yapabilseydik mesela film daha 11 Mart’tan 3 hafta evvel basında epeyce bir görünür hale getirilebilse salon sahipleri bir o kadar talep edebiliyorlar…

Sizin filminiz bağımsız bir film sonuçta… Türkiye’de sinema salonları anlamında bir tekel olma tehlikesi görüyor musunuz? Bu sizi  hem bir  yapımcı, hem de filmin yönetmeni   olarak ne kadar endişelendiriyor?

Ahmet Haluk Ünal:Son bir buçuk yıldır bu tür duyumlar alıyorum. Sektöre yeni giren büyük sermaye, o sermaye guruplarının diğer sektörde zaten var olan diğer dağıtım gruplarıyla evlenme girişimleri, rekabet kurulunun bunlara karşı durdurma eğilimi, fakat rekabet kurulu bununla başa çıkamaz. Sorun bence şuradan başlıyor, Türkiye’de filmciler hala taşeronlar, hala müteahhit mantığıyla iş yapan bir karakterleri var. Film endüstrisine damgasını vuran karakter bu. Televizyon dizileri de böyle yapılıyor, sinema filmleri de. Yani sadece iç pazar için üretiliyorlar. Filmlerin ihraç malı statüsüne alınması konusunda, bir yönetmelik bir yasa çıktı. İlk defa sinema filmi denilen şey ihraaç malı statüsüne alındı. Bu daha 2011’de oluyor. Biz zaten 2004 yılında sansür kurulunu iptal edip 5224 sayılı yasayla Erkan Mumcu ile beraber sektör işbirliği ile bir yasa yaptık. Hem film destekleri yasasıydı hem de ilk defa uluslar arası değerlendirme sınıflandırmaya geçtik. Yani 7 yıl olmuş… Dolayısıyla böyle bakınca edüstrinin yeniden inşaa kısmındayız. 5 yıl içinde bu ülkenin endüstrisi dünya da ilk 5’e girebilir. Ama bu bir şartla olur. Endüstiriyi top yekün bir reforma uğratmamız lazım..

HaftaninFilmi.com’dan Filmler

Gösterimdekiler (13. hafta):
Arap Kadri ve Tarzan (2024) Sahipsiz - Surrogate (2024) Cin Günü (2024) Riki Rhino: Kahraman Kanatlar - Riki Rhino The Bird Kingdom (2024) Lassie: Yepyeni Bir Macera - Lassie: A New Adventure (2024) Oldboy (2024) Winnie The Pooh: Kan ve Bal II - Winnie The Pooh: Blood and Honey II (2024) Güneşi Söndürmem Gerek (2024) Hayalet Avcıları: Ürperti - Ghostbusters: Frozen Empire (2024)
Arşivden Seçkiler:
Yeni Düzen - New Order (2021) Küçük Bir Rica - A Simple Favor (2018) Johnny English’in Dönüşü - Johnny English Reborn (2011) Mumya - The Mummy (2017) Koleksiyoncu - The Collector (2010) Tatlı Bela (2023)

Leave a comment