“UP IN THE AIR-Aklı Havada”nın yönetmeni Jason Reitman’la söyleşi

Jason Reitman gibi kendinden emin bir yönetmenin 32 yaşında olduğuna ve bugüne kadar sadece üç tane uzun metrajlı film yaptığına inanmak zor… Reitman’ın izleyici ve eleştirmenlerden olumlu not alan üçüncü filmi “Up in the Air”, ABD sinemalarında 4 Aralık tarihinden itibaren az sayıda sinemada limitli olarak gösterime girdi.

Önümüzdeki günlerde binlerce salonda izleyiciyle buluşacak.

Genç yönetmen bu söyleşisinde havayolu tutkusundan pasta grafiğine, George Clooney’i yönetmekten filmde görev verdiği 60 kadar profesyonel olmayan oyuncuya ve bu filmin neden doğru zamanda doğru film olduğuna dair düşüncelerini anlatıyor.
1. Siz de havayolu uçuş mili biriktirenlerden misiniz?
“Up in the Air”in yazarı Walter Kim’in, kitabında uçuş mili biriktirme fikrinden ironik şekilde bahsettiğini sanıyorum ama kitabı okuduğumda, “Oh, birileri beni anlıyor. Bu dünyada yalnız değilim!” diye düşündüm. Ben de uçuş mili biriktirenlerden biriyim. Hatta yıl sonunda o yılla ilgili biriktirmem gereken milleri tamamlamak için hiç gereği yokken bile uçtuğumu bilirim. Los Angeles’tan Chicago’ya uçtum, orada Giordano’nun pizzasını yedim, sonra hemen Los Angeles’a geri dönerek o yıl için gereken 2.500 mili tamamlamış oldum. Böylece bir sonraki yılda programa devam etmeye hak kazandım.
Psikopatlık düzeyinde uçuş mili biriktirenlerin bir araya toplandığı FlyerTalk adlı bir internet sitesi var. Orada forumlara katılabiliyorsunuz. Herkes bütün havaalanı kodlarını; ödül çeşitlerini biliyor ve birbirine yardımcı olmaya çalışıyor.

Birbirlerine soru yöneltip ara sıra reelde buluşuyor ve hangi uçaktaki hangi koltuğun en iyi olduğunu konuşuyorlar. Hatta iPhone’umda sadece uçuşlar için hazırlanmış yedi tane farklı bilgisayar uygulaması yüklü… Bir tanesi yeni uçuşum için bilet bulmamda yardımcı oluyor, bir başka programda ise Amerika’daki bütün havaalanlarının haritası
var. Kısacası bu bir hastalık gibi…
2. Valiz hazırlama konusunda usta mısınız?
Evet, George Clooney’in valiz hazırlama ve güvenlikten geçiş sahnelerinin koreografisini ben yaptım. Valiz hazırlama konusunda çılgın gibiyimdir. Kimi zaman yollarda iki hafta kaldığım olur ve valizimi tıpkı Tetris oyununda olduğu gibi seri şekilde hazırlarım.
3. Twitter’da yazdıklarınızı doğru izleyebildiysem, Telluride ve Toronto’dan sonra Avrupa ve ABD çapında da uzun bir tura çıkmışsınız…
Üç buçuk hafta süren uzun bir tur oldu. Los Angeles, Roma, Londra, Madrid, Berlin, Paris’e gittim, sonra bir günlüğüne Los Angeles’a döndüm. Ardından Phoenix, Chicago, New York, Atlanta, Minneapolis’e gittim. Oh bu arada Orlando, Miami ve Boston’u neredeyse unutuyordum. 20-25 gün içerisinde 20 kadar uçuş yaptım.
Bana göre bu acı verici bir süreç… Siz nasıl hissettiniz?
Bakın, her uçuşun keyifli olduğunu söylemiyorum ama normalde uçmak hoşuma gider. Aslında bunu bendeki sinemaya gitme sevgisine benzetebilirim. Sinema salonları gerçek hayattan kısa süreliğine de olsa kopabileceğiniz, kalabalık içinde yalnız kalabileceğiniz yerlerdir. Bence uçaklar da aynı amaca hizmet eder. Orada cep telefonunuz çalışmaz, online olamazsınız. Hayatınızda bir daha hiç göremeyeceğiniz insanlarla sohbet etme fırsatı bulursunuz. Hatta en yakın dostlarınızla asla paylaşamayacağınız sırlarınızı o yabancı insana anlatırsınız. Bu yüzden ben uçakları,
yalnız olmanın tadının çıkarıldığı en son sığınaklar gibi görüyorum. Ayrıca gerçek hayattan kopabileceğiniz en son yerlerdir.
Uçakta kitap okur musunuz?
Şu anda bir Kindle’ım (Kitap okunabilen küçük bir el bilgisayarı) var. Uçuşlarımı daha cazip hale getiriyor. Ancak kapatma düğmesi olmayan bir elektronik cihaz olması nedeniyle kalkış ve inişler sırasında kapatamıyorum. Bu yüzden uçuş görevlileriyle kapıştığım anlar oluyor.
George Clooney’in havaalanı sahnelerini nasıl çektiniz?
Çok zor oldu. Hatta neredeyse imkansız hale geliyordu. 400 kadar ulusal havaalanında çekim yaptık. Beş ömür yetecek kadar çekim yapmışımdır. Hoşuma giden bir senaryo elime geçtiğinde eğer havaalanı sahnesi varsa, “Şunu tren garı yapsak olmaz mı?” diyesim gelir. Çünkü havaalanında çekim yapmak zordur.
George da dahil olmak üzere çekime katılan herkesin güvenlikten geçmesi gerekir. Kullanılan her türlü ekipman güvenlik testinden geçirilir, köpeklere koklatılır. Elektrik sisteminizi millerce öteden getirirsiniz. Kalabalığı kontrol edebilmek de ayrı bir problemdir. Yolcuların hepsi George’a merhaba demek ister. Yolcular aceleyle uçaklarına yetişmeye çalışırken yollarını bloke ettiğiniz için size kızarlar.
Süreç oldukça karmaşıktır ama bazı havaalanları diğerlerine kıyasla daha iyidir. Örneğin St. Louis harikaydı; Las Vegas o kadar iyi değildi. Kısaca TSA olarak bilinen Ulaşım Güvenliği İdaresi’nin güvenlik kontrol noktalarında çekim yapan ilk film ekibi olduk. Filmlerin çoğunda güvenlikle ilgili sahnelerde genellikle otel koridorlarındaki metal dedektörler görürsünüz. Ancak American Airlines şirketi bize kapılarını gerçek anlamda açtı ve güvenlik birimlerine girmemize izin verdi. Biz de o sahneleri tek gecede tamamladık. Son derece zor olmasına rağmen koreografisini çok da iyi yaptık. Mavi üniformalı TSA görevlileri bize her aşamada yardımcı olurken filmin daha iyi olması için zaman harcadılar.
American Airlines herhangi bir ödeme yaptı mı?
Bu bir karşılıklı alışverişti. Başka türlü asla sahip olamayacağımız giriş ayrıcalıkları verdiler. Hatta 757 uçağında çekim yapmamıza bile izin verildi. Böylece gerçek bir uçakta çekim yapmış olduk. Filmler genellikle birebir ölçekteki taklitlerinde yapıldığı için gerçek 757’de çekim yapmak daha önce hiç duyulmamış birşeydi. Filmimizde taklit uçak çekimleri de vardır ama aynı zamanda gerçeğinde de çekim yaptık.
George Clooney’e çok iyi oturan bir rol yazdınız. Senaryoyu kaleme alırken diğer roller için de belirli oyuncular aklınızdan geçti mi?
Bu filmdeki sekiz önemli rolü yazarken aklımda tam olarak sekiz oyuncu vardı.
Sırasıyla George Clooney, Vera Farmiga, Anna Kendrick, Danny McBride, JK Simmons, Sam Elliot, Amy Morton’u düşünmüştüm. Bir rolü yazarken aklınızda iyi tanıdığınız bir oyuncu varsa, daha kolay yazıyorsunuz.
Anna Kendrick’i “Rocket Science” adlı filmde gördüğümde onunla çalışmaya karar vermiştim. Aynı şekilde Amy Morton’u Broadway’de “August – Osage County” adlı oyunda izleyince Kara rolüne nasıl yazacağımı çok iyi biliyordum. Danny McBride’ı “All the Real Girls”te izlerken bu filmdeki Clooney’in yeni kayınbiraderi rolüne nasıl yazmam gerektiği net olarak aklımda canlanmıştı.
Bu filmde alışılmadık ölçüde melez bir tarz var. Siz nasıl tanımlarsınız?

Benim filmlerimi zaten belirli bir tarza sokamazsınız. İleride bu film video dükkanlarına girdiğinde komedi rafına konulabileceği gibi drama rafına da yerleştirilebilir. Böyle filmler yapmak hoşuma gidiyor. Belirli bir teknik tutturulduğu takdirde izleyiciyi etkilemek için komedi ve dramanın bir arada kullanılabileceğine inanıyorum.
Bu filmde romantik komedinin yeniden yapılandırılması sözkonusu… İzleyicinin karşısına başlangıçta romantik fantezi koyuyor; sonra yeniden yapılandırıyorsunuz.
Farklı cinsler ve kuşaklar arasındaki gerilimi nasıl işliyorsunuz?

Erkeklerin orta-yaş krizi kadar kadınların da orta-yaş krizini anlatan bir film yapmak istedim. Bunu yapmanın en iyi yolu, iki farklı kuşaktan kadın portresi çizmekti. Birbirine benzer kişilik yapısı olan bu kadınlardan birisi 38, diğeri 23
yaşındadır. Kişiliği benzer olduğu için farklı yaşta da olsa aslında ikisi de aynı kadındır diyebiliriz.
Kendi hayatımda birçok zeki kadına aşık oldum, ki eşim de bunlara dahildir. Onlar bir ortama girince daima dikkat çeken güzel ve akıllı kadınlardı. Ancak zekalarıyla takdir edildikleri gibi öfke de çekerler. Son birkaç jenerasyondaki kadınların oldukça zor pozisyonda kaldığını düşünüyorum. Tıpkı feminist hareketin kendisi gibi günümüzde zeki kadınlara herşeyi yapabilecekleri vaad edildi. Ancak aslında kadın olsun erkek olsun, hiç kimsenin herşeyi yapabilmek gibi bir durumu yoktur. Sonuçta herkes kurbandır. Kadınlarda ve erkeklerdeki orta-yaş krizine işte bu kurban olma
duygusunun yol açtığını keşfettim. Bugüne kadar filmlerde hep ihmal edilen bir tarzda bu konuyu anlatmak istedim.
Bu filmin işlemesini sağlayan en önemli unsurların başında senaryosu geliyor.
Romantik komedi tadına ulaşmak için model aldığınız filmler var mı?
Senaryosu yazdığım günlerde “Sullivan’s Travels” adlı filmi izlemiştim. Bende derin etki bıraktı. Filmin anlatım tarzını beğendim. Alexander Payne’in benim üzerimde büyük etkisi vardır. Ayrıca “Shampoo”dan da önemli ölçüde esinlendim. Özgür yaşamayı seven, ne pahasına olursa olsun hiç kimseye bağlanmak istemeyen erkeği anlatan
“Shampoo”nun sonunda Warren Beatty’nin Mulholland’da şehre yüksek bir yerden baktığını görürüz. Kendisini kaybolmuş gibi hisseder ve bir sonraki adımının ne olacağını kestirmeye çalışır. Bu filmi de o şekilde bitirmek istedim.
Filminizin sonu bazı tartışmalara yol açtı. İzleyiciye neden mutlu ve romantik bir son sunmayı neden istemediniz?
Kendisini iyi hissetmek isteyenler için piyasada milyonlarca DVD var. Romantizm yoluyla dostluğu anlatan bol bol film bulabilirsiniz. Birbirine aşık iki insan gösterip oradan devam etmeyi ben de istiyorum ama öyle bir film yapmak istemedim. Kaybetme üzerinden dostluğu anlatan bir film olsun istedim.
Bu film, George ile Vera’nın nikahta dans ettiği ve izleyicinin de “oh, bu adamın gerçekten hayatında birisine ihtiyacı var” dediği bir film değildir. Kadının Chicago’daki evine gider ve artık orada olmadığını görünce izleyici “Oh bu adam
aslında başka bir şey istiyor” der. İzleyicinin en çok zorlanacağı anın bu an olmasını umut ediyorum. Öyle çok zorlanır ki, kendisini onun yerine koymak ister. Bu yüzden birbirine aşık iki insanı seyretmekten çok daha etkileyici olacağını
düşünüyorum.
Filmin sonuna gelecek olursak, bu film karar vermek üzerine değil, gerçeği kavrama üzerine bir çalışmadır. Filmin sonuna ulaştığımızda Ryan Bingham karakterinin artık birşeylerin farkına vardığını anlarız. O noktadan itibaren herşeyi yapabilir. Uçağa atladığı gibi hayatının geri kalanını aynı şekilde geçirebilir. Veya belli bir yere yerleşerek birisiyle tanışabilir ve hayatını onunla paylaşır.
Aslında bunların da pek önemi yok. Ryan Bingham’ın neden hayali bir karakter olduğunu size söyleyeyim. O aslında mevcut değildir. Bununla beraber film orada bitmez. Bulutlara geçiş yaparız ve birkaç saniye bulutların üzerinde dururuz. Fazla iddialı olmak istemiyorum ama oradaki sessizlik anının izleyiciyi kendi hayatını düşünmeye
yönlendireceğini umuyorum. İzleyici kendi hayatında ne istediğini düşünecek. Çünkü bu, Ryan Bingham’ın neye karar verdiğinden çok daha önemlidir.
Bu filmin dağıtımı Hollywood’un büyük bir stüdyosu tarafından yapıldı. Ancak aşırı masraflı standart stüdyo filmlerinden birisi olduğu söylenemez. Göreceli olarak küçük, makul ve aklıbaşında bir film…
Sizi diğer gösterişli Hollywood yapımları gibi filmler yapmaktan alıkoyan nedir?
Aslında romantik komedileri çok sevmiyorum. Bu yüzden kendimi sıradan romantik komediler yaparken hayal bile edemiyorum.
Bugüne kadar üç tane film yaptım:
Birincisi, büyük bir sigara şirketinin lobisini yapan bir adamla ilgiliydi.
İkincisinde, ergenlik çağında hamile kalan bir kız vardı.
Bu üçüncüsünde ise ekmek parası kazanmak için insanları işten atan; hiç kimseye ve hiçbirşeye ihtiyaç duymadan yalnız olmak isteyen bir adam yer alıyor.

Sıradışı ve ustalık isteyen karakterleri bir şekilde cazip bulduğum ortada… Zaten film yapmanın bana heyecan veren yanı da bu… Örneğin “The Insider” gibi bir filmi çekmek istemezdim. Onun yerine “Thank You for Smoking”i tercih ederim. “Thank You for Smoking”i kitabını okurken bana cazip gelen bir söz vardı. Nick Taylor şöyle diyordu:
“Eğer kolay bir iş istiyorsanız Kızılhaç için çalışın. Eğer gerçek bir iş istiyorsanız Big Tobacco sigara şirketinde çalışın.”
Gerçek insanlarla söyleşi sahnelerini yapmaya karar verişiniz nasıl oldu?
Bu filmin senaryosunu yazmaya yedi yıl önce başladım. O günlerde ilk filmim “Thank You for Smoking”i yapmaya çalışıyordum. O filmin senaryosunu bitirmiştim ama hiç kimse finanse etmiyordu. Hani insanı, “Harika bir senaryo, kesinlikle daha fazla yazmalısınız” diyerek başından savarlar ya, öyle bir durum sözkonusuydu. Oysa benim için “Hoş bir senaryo örneği” deyip yapmak istemeleri önemliydi. Karşılık olarak ben de, “Siz finanse edin, ben bu filmi yönetmek istiyorum” diyecektim. Hiç kimse yapmak istemedi.
O günlerde iyi bir ilk film materyali bulurum umuduyla “Up in the Air”i yazmaya başladım. 30 sayfa yazmıştım ki, menejerim aradı ve David Sachs diye bir adamdan bahsetti. PayPal’i 1,5 milyar dolara eBay’e satmış ve benim filmimi finanse etmek istiyormuş. Kendisiyle görüştüm ve 6 milyon dolarlık bir çek imzaladı. Böylece “Thank You for Smoking” yapıldı ve benim kariyerim başlamış oldu. Düşünün, ben ünlü bir yönetmenin oğluyum, çocukluğum film setlerinde geçti. Babamın torpili sayesinde kariyerimin yolunun açılacağı söylendi. Tam tersi oldu ve babamın ünlü bir yönetmen olması yüzünden kaybettim. Sonuçta benim kariyerimi başlatan kişi, San Francisco’lu bir internet milyoneri oldu. “Thank You for Smoking”i bitirdiğim günlerde bu projeme geri döndüm ve 30 sayfa daha yazdım. Böylece elimde 60 sayfa birikmiş oldu. O günlerde bir telefon daha aldım. Bu defa bir arkadaşım arıyordu ve, “Mutlaka okuman gereken bir senaryo var” diyordu. Ne olduğunu sorunca, “Minneapolis’li eski bir striptizcinin yazdığı ergenlik çağındaki hamile kız komedisi” dedi. Bu bana çok ilginç geldi. “Juno”nun ortaya çıkışı da böyle oldu. Senaryosu o kadar harikaydı ki, eğer yönetmeseydim hayatım boyunca pişmanlık duyacağım bir projeydi. Ondan sonraki iki yılımı da “Juno”ya adadım.
“Juno”dan sonra geri dönüp “Up in the Air”in senaryosunu bitirdim. Bu senaryoyu yazmaya ilk başladığımda bir apartman dairesinde yaşayan bekar bir adamdım. Bitirene kadar altı yıl geçti. Bu arada şimdiki eşimle tanıştım, baba oldum, mortgage kredisi aldım ve hayatım değişti. Ayrıca ekmek parası kazanmak için insanları işten atan bir adamın öyküsü, hayatta ne istediğini ve kim olmak istediğini arayan bir adamın öyküsüne dönüştü. Senaryoyu ilk yazmaya başladığımda ülkemiz ekonomik patlama yaşıyordu; bitirdiğimde tarihin en büyük ekonomik durgunluğuna girdik.
Bu filmde nelerin olması gerektiğiyle ilgili yaklaşımımda zaman içerisinde dramatik bir değişim oldu. Önceleri işten atılan insanlarla ilgili bir sahne yazmıştım. Bu dediğim sahneyi “Thank You for Smoking”tekine benzer şekilde satır tarzında kaleme almıştım. Aslında öyle bir tarz, ekonomik patlama yılları için doğruydu ama şimdiki durgunluk döneminde geçerli olmayacağını hissettim. Bu yüzden o sahneleri sildim ve senaryo söyleşiler yerine gerçek insanlarla yapılmış söyleşiler koymaya karar verdim.
Çekimleri St. Louis ve Detroit’te yaptığımız için bu iki şehrin krizden en büyük yarayı almış olması bize ilham kaynağı oldu. İşten atılmış gerçek insanlara ulaşmak istedik. Yerel gazetelere ilan vererek iş kayıpları üzerine bir film yapmak
istediğimizi anlattık. Böylece daha önce hiç kamera deneyimi olmayan insanlara ulaşmayı başardık. Ekonomik açıdan zor günler yaşadığımız bu dönemde günlük bazda bir amaç arayışının nasıl bir şey olduğunu bize açıkça anlatmaya hazırdılar.
Söyleşileri nasıl yönettiniz? Onlara neler sordunuz?
Bu film için totalde 60 söyleşi yaptık. Bunlardan 22 tanesini filme koyduk. Böylece bu filmde ünlü aktörlerin dışında işten atılan herkes, işini kaybetmiş gerçek insanlar oldu. Geldiler, masaya oturdular ve 10 dakikalık söyleşiler yaptık. İşni nasıl kaybettiğini; işten çıkarıldığını kimin söylediğini; bu durumun hayatını nasıl etkilediğini sorduk.
Sonra kendilerini kamera karşısında rahat hissettikleri anda şöyle bir ricada bulunduk: “Şimdi sizi kamera karşısında işten atmak istiyoruz. İşinizi kaybettiğinizi öğrendiğiniz gündeki gibi davranırsanız seviniriz. İsterseniz o gün aslında gönlünüzden nasıl tepki vermek geçtiğini de yansıtabilirsiniz.” Filmin doğaçlama sahneleri böyle başladı ve hayatım boyunca gördüğüm doğaçlama sahnelerin hiçbirisine benzemiyordu.
Bir yönetmen olarak benim görevim, insanların kamera önünde dürüst olmasını sağlamaktır. Bu da ancak onların kabuğunu kırmasını sağlamakla olur. En deneyimli aktörlerin bile kamera önünde otantik olmakta ne kadar zorlandığını bilirim. Karşımızda daha önce hiç oyunculuk deneyimi olmayan 22 insan vardı. Onlara ülkenin her yanında kullanılan yasal işten çıkarma belgesini okuduk. Bu belgeyi insan kaynakları alanında çalışan birisinden bulmuştum. Bu laf salatasını duydukları anda geçmişe döndüler ve işten çıkarıldıklarını ilk öğrendikleri gündeki duygularını hatırladılar. Vücut dilleri değişmeye, omuzları çökmeye, gözleri donuklaşmaya başladı. Kızlardan birisinin kaşınmaya başladığını gördüm. Kendisi farkında mıydı bilmiyorum ama o anda boynunda kırmızı lekeler çıkmaya başlamıştı.
Sonra söyleşileri yapan arkadaşımıza soru sormaya başladılar. Arkadaşımız onların durumuyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Kıdem tazminatını, sağlıkla ilgili haklarını soruyor, “Neden başkası değil de ben seçildim?” sorusunu yöneltiyorlardı. Şirkette başka bir pozisyonda iş varsa orada çalışmak istediğini söyleyenler vardı. Bu söyleşiler 10 dakika, bazen de 20 dakika sürüyordu. Hepsi çok duygusal, çok öfkeliydi. Ağlayanlar vardı. Bir yazar olarak asla aklımdan bile geçiremeyeceğim şeyleri söylüyorlardı.
Açılış sekansına gelecek olursak, filmin tonuna mükemmel uyan bir açılış olmuş. Amacınız neydi?
Filmlerin açılış sekanslarından daima keyif almışımdır. Üç filmimin hepsinde göze çarpan ve dikkat çeken birşeyler vardır. Film öncesi gösterilen reklamlar ile filmin kendisi arasında bir ayrışma olmasını severim. Açılış sekansı genellikle önemsenmeyip bir kenara bırakılır. Çünkü yönetmenler filmini “benim tarafımdan yönetildi” şeklinde bitirmekten hoşlanırlar. Bu bir nevi ego tatminidir. Bense filmin en başına jenerik koymayı severim.
Benimle aynı dönemde kısa film yönetmenliği yapmış insanlardan oluşan Shadowplay isimli bir ekibim var. “Smoking” ve “Juno”nun jeneriklerini yapmışlardı. Bu filmde vintaj kartpostallar olması fikrini getirdiler. Havadan çekilmiş fotoğraflarla bunu yapmak hayli karmaşık bir süreç oldu. Başlangıçta kolay olur sandım. Kamerayı bir uçağa koyarım, göklere yükselirim, kamerayı aşağı çevirir ve havadan fotoğraf alırım diye düşündüm. Bu kadar basit olacağını sandığımı itiraf ediyorum.
Oysa son derece karmaşık oldu. Filmlerde izlediğimiz havadan çekilmiş fotoğraflar, 12.000 feet yükseklikteki helikopterden alınır. 25.000 feetten çekmek için jetle çıktık. Köpük sistemi içerisinde hareket eden bir kameramız vardı. Merceklerimiz çok iyi değildi ve atmosfer sorun yaratıyordu. Sonra pervaneli uçakla çıktık. Pilot o kadar yükseğe çıkmak için oksijen maskesi taktı. Kamerayı kanatlardan birisine koyduk. Normal film yerine digital kullandık. Böyle bir görüntüyü almak için ne kadar zorlandığımızı düşünecek olursak, son derece gerçeküstü bir süreç yaşadık. Buna karşılık sonuçtan çok memnunum.
Dünyanın her köşesinden gazetecilerin size sorduğu sorularla pasta şeklinde bir grafik hazırlamışsınız. En çılgın soruların geldiği ülke hangisiydi?
Her ülkeye göre sorular değişkenlik gösteriyor. Pasta grafiğimde yol boyunca bana sorulan her soru yer alıyor. Örneğin son üç haftalık sürede George Clooney hakkında 124 soru soruldu. Ekonomiyle ilgili 10 defa, bu projeyi neden seçtiğim 91 defa, babamla ilgili 79 defa soru aldım. Ancak daha küçük sorulara bakarsak, “Uçakta seyahat ederken ayakkabılarınızı çıkarır mısınız?” sorusu var. Bu sadece bir kere soruldu. Bir keresinde Stanley Kubrick isminin nasıl telaffuz edileceği sorusu geldi. Bu ismi telaffuz edemediğini söyleyen gazeteci ayrıca Hurt Locker’ın da nasıl telaffuz edileceğini sordu. Bir keresinde şarkı söylemem; bir keresinde de köpek gibi havlamam istendi. Üç kişi de kendilerini işten kovmamı istedi.
“Juno”nun senaryo yazarı Diablo Cody ile ortak çalışmanız oldu mu?
Diablo artık benim kızkardeşim gibidir. Kardeş gibi hissediyoruz. Eğer beraber bir senaryo yazmaya kalkışsak, erkek ve kızkardeşlerin yaptığı gibi birbirimizin kafasını kırardık herhalde… Diablo’nun yazacağı bir başka senaryoyu filme çekmeyi çok isterdim. Umarım böyle bir fırsat karşıma çıkar. Ama beraber yazmak mı? Hiç kimseyle ortak yazmayı düşünmedim. Bunu başarabileceğimi sanmıyorum.
Senaryosunu Diablo Cody’nin yazdığı, yapımcılığını sizin üstlendiğiniz “Jennifer’s Body” projesinin başına ne geldi?

“Jennifer’s Body”nin marketing çalışmasının yanlış yapıldığını düşünüyorum. Komedi değil de sanki korku filmi olarak sunulması doğru olmadı. Oysa çok keyifli bir filmdi. Öyle yapılınca izleyici de, “Heathers”, “The Lost Boys” ve 80’li yılların harika sıcacık korku filmleri tarzında bir film olduğunu zannetti. Film stüdyolarının tanıtım yaparken yalan söylemesi açıkçası hoşuma gitmiyor. Örneğin “Election” isimli bir film vardı. Bunun marketing çalışmasını gençlik komedisi gibi yaptılar. Bu yüzden de para yapmadı. Oysa son 10 yılın en harika filmlerinden birisiydi. Stüdyoların
yalan söylemesinden asla hoşlanmadım ve yalan söylediklerini hissediyorum.
Evet, yalan söylüyorlar. Peki, yönetmen Ivan Reitman’ın oğlu olmak sizi nasıl etkiledi?

Bu konuda mümkün olduğunca açık fikirli olmaya çalışıyorum. Bir yönetmenin oğlu olmak bana film yapımı alanında önemli dersler sağladı. Birincisi, film sürekli gelişen birşeydir ve sanki o sizinle konuşuyormuş gibi filminizi dinlemelisiniz. Nelere ihtiyacı olduğunu ve neyin değişmesi gerektiğini o size söyleyecektir. Senaryo yazım sürecinde değişir, yönetirken değişir, kurgu sırasında değişir. Buna hazırlıklı olmalısınız.
Her mekan için ayrı ayrı planlar hazırlar, çizimler yapar, notlar alırım. Aktörleri nasıl yöneteceğim konusunda net düşüncem vardır. Kamera önüne geçtiklerinde nasıl hareket edecekleri ve konuşacakları konusundaki fikirlerim nettir. Artık canımın sıkılmayacağı noktaya vardığımı düşünüyorum.
Eğer çekim günü öncesinde bir sahneyi anlamamışsam, “Bunu hissedemedim ama yine de çekeceğim. Aktörlerin oyununa bir kere bakıp bende belirli bir duygu yaratmasını bekleyeceğim” diye düşünürüm. Bana neden gerçek gelmediğini bulmaya çalışır ve olayın adını koyarım. Herşeyin yoluna gireceğini bilmekte de sevimli bir sükunet vardır. Bazen de ne olur biliyor musunuz? Oyununu oynayan aktörlere ne söyleyeceğimi bilemem. Bu yüzden film okullarında okuyan genç öğrenciler, ileride biraz yetersiz yönetmenler olacaklarını aklının bir köşesine sokmalılar. Çünkü film yönetimi mükemmel değildir.

HaftaninFilmi.com’dan Filmler

Gösterimdekiler (16. hafta):
Nûfer (2024) Çılgın Yolculuk - Lahazat Lazeeza (2024) Kimsesiz (2024) Bulanık (2024) Robot Düşleri - Robot Dreams (2024) Meraklı Kedinin 10 Yaşamı - 10 Lives (2024) Aşk Filmi (2024) Arap Kadri (2024) Dali'yi Beklerken (2024) Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1 (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1 (2024) Demon Slayer - To the Hashira Training (2024) Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 2 - Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2 (2024) Tutsak Abigail - Abigail (2024) İç Savaş - Civil War (2024)
Arşivden Seçkiler:
El Ummar Cin Yuvası (2018) Resmi Sırlar - Offical Secrets (2020) Doğaüstü - Chronicle (2012) Zebani - The Stranger (2016) Sevmek Yüzünden (2024) Büyük Usta - The Grandmaster (2014)

Leave a comment